“Gazetecilik”le ortaokulda tanıştım. Tarih dersimize de gelen okul müdürü, kendim gibi “edebiyattan anlayan” bir “deli” daha bulup bir “okul gazetesi” (duvar gazetesi çapında) çıkarmamı istedi…
Kendim gibi bir “deli” daha bulup hemen işe koyulduk: Kısa sürede (tabii tüm yazıları elle yazarak) duvar gazetemizi giriş kapısının karşısındaki duvara astık…
Ne var ki, yazdığım ilk “köşe yazısı”nda tarih kitabımızı eleştirme gafletinde bulunmuştum. Temelde haklıydım: Ders kitabımız Sultan II. Abdülhamid konusunu işlerken, onu tahttan indirenleri “vatansever” gösterip övüyor, ama Birinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’yi anlatırken, aynı kadroya “vatan haini” anlamına gelen ifadeler kullanıyor, bir bakıma yerin dibine batırıyordu.
Bu çelişkiyi satır satır kitaptan aktardıktan sonra, “Hangisi doğru? Bu insanların vatansever olduğu mu, yoksa vatan haini olduğu mu?” diye sormuştum.
Bu merakım yüzünden duvar gazetemin ömrü onbeş dakika (belki de yarım saat, tam hatırlamıyorum) kadar oldu. Müdür Bey, makalemi okur okumaz gazeteyi yırtmış, benim de bulunup odasına gönderilmemi emretmişti…