Berlin’e ilk kez 1980 yılında gitmiştim. Komünizm en şaşaalı, ama aynı zamanda da en ürkütücü dönemini yaşıyordu. Doğu Almanya, komünist dünyanın vitrini gibiydi. Bu yüzden görmek istemiştim.
Meşhur “Utanç Duvarı” yolumu kestiğinde çok şaşırdım. Oysa o duvarın hikâyesini çeşitli kaynaklardan okumuş, fotoğraflarını defalarca görmüştüm. Fakat okumak ya da fotoğraflarına bakmakla, yakından görmek arasında büyük bir fark vardı: Aradaki farkı o zaman çözdüğümü hatırlıyorum: Politika bazen hayatla nasıl da zıtlaşıyor!
Sonuçta “Doğu Berlin” ile “Batı Berlin” aynı tarihin, aynı coğrafyanın, aynı kaderin ve aynı milletin parçalarıydı. Ne var ki, politik tercihler duvarlaşıp hayatı ortadan ikiye bölmüştü…
Aynı dini paylaşıp aynı dili konuşan bir halkın arasına “kara bir duvar” girmişti. Duvarın üzeri telörgülerle çevrilmiş, üstelik telörgülere elektrik verilmişti. Ayrıca duvarın doğu tarafına mayın döşenmişti. Yetmemiş olacak ki, komünist yönetimin silâhlı ve köpekli nöbetçileri yirmi dört saat nöbet tutuyordu…
Buna rağmen kaçışların durmaması, insanoğlunun hürriyet aşkına bir örnektir…
Sonuçta, Sovyetler Birliği’nin telkiniyle, Doğu Almanya Komünist Partisi iktidarının inşa ettiği “Utanç Duvarı”, insanların hürriyet özlemi ile daha iyi şartlarda yaşama arayışı karşısında pes edip çöktü (Kasım 1989).