Osmanlı’da “Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı var”dı. İkramı severler, birbirlerine de, misafire de sık sık kahve ikram ederlerdi...
İftar sofrasında konuklara, “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım” sözü eşliğinde önce bir kaşık bal sunulurdu... Sonra Allah ne verdiyse kaşıklanırdı...
Haberli, ya da habersiz gelen misafirlerden biri su ister ve içerse, suyu verene “Su gibi aziz ol” diye teşekkür eder ya da kendisinden genç biri su vermişse, “Berhudar ol” diye dua ederdi.
Ramazan boyunca sadece camilerde değil, konaklarda, hatta sıradan evlerde hatimler indirilir, yürekler Kur’an ikliminde yumuşatılırdı...
Kahvehaneler “Cafe” değil, “Kıraathane”, yani bir nevi “kültür evi” idi. Akşam namazıyla yatsı namazı arasında yahut yatsı sonrasında bir araya gelen mahalleli, bu kültür evlerinde edebiyat, şiir, kıssa, menkıbe dinleyerek kültürünü beslerdi. Bu yüzden Osmanlı insanı “cahil” kalmazdı. İlim sahibi olmayanlar bile “irfan” sahibiydi...
Misafire “Aç mısınız?” diye sormak ayıp sayılırdı. Bunu kahve ile test ederlerdi. Misafir önce kahvenin yanında getirilen suyu alırsa aç sayılır, kahveyi alırsa tok sayılırdı. Ona göre ya sofra kurulur ya da mevsim meyvesi ikram edilirdi...