Eski ramazanlarda konakların mutfak kapıları, iftardan sahura kadar açık olurdu. Yolcular başta olmak üzere, oruçlu-oruçsuz herkes kolayca konağa girip karnını doyururdu. Hatta bu konuda Müslüman-gayrimüslim ayırımı bile yapılmazdı. Yemekten sonra “Bize misafir ağırlama sevabı kazandırdığın için teşekkür ederiz” anlamında bir hediye verilir (genelde altın para), bu hediyeye “diş kirası” denirdi...
Yemek şimdiki gibi alelacele yenmez, sofraya büyük saygı gösterilir, sohbet eşliğinde yemek yenirdi...
Osmanlı sofrası hem estetik, hem de kültürel bağlamda bir sanat eseridir! Ayrıca Osmanlı sofrası, “tatbiki adab-ı muaşeret” (görgü) ve “temsili hayat dersleri” açısından da bir okuldu. Yani Osmanlı sofrasının, “beslenme” ile sınırlanamayan bir dini ve millî misyonu vardı. O sofra sohbetleri sayesinde tarihimiz nice “adam gibi adam”lar kaydetti...
Osmanlı halkı, ramazan dışında, kuşluk ve akşam vakti olmak üzere günde sadece iki öğün yemek yer, yemek aralarında atıştırmazdı. Sofra bezi döşemeye yayılır, üzerine bakır bir sini konur, aile bireyleri sininin etrafına serpiştirilmiş minderlere bağdaş kurarak yemeklerini yerlerdi.
Önce oturma ve yemeğe başlama hakkı aile reisinindi. Sofrada en başköşeye aile reisi otururdu. Çocuklar ise annenin yanında yer alırdı. Yemek yemenin kuşkusuz bir adabı vardı ve herkes buna riayet ederdi...