Osmanlı’da ilk vakıf Orhan Gazi tarafından, İznik’te, eğitim-öğretime ilişkin olarak vücuda getirildi: Kurduğu üniversitenin bilimsel özerkliğe (hâlâ ulaşamadığımız büyük hasret) kavuşabilmesi için gereken ekonomik bağımsızlığı temin amacıyla da bir kısım gayrimenkuller vakfetti. Osmanlı’nın vakıflaşma süreci, böylece başlamış oluyordu. Bu sürecin nasıl işlediğini göstermesi açısından Fatih’in bir vakfiyesini biraz sadeleştirerek özetlemek istiyorum:
“Ben ki, İstanbul Fatihi abd-i âciz (aciz kul) Sultan Mehmed Han’ım! Bizatihi alnumun teriyle kazanmış olduğum akçelerumle (şahsi paramla) satun alduğum İstanbul’un Taşluk Mevkii’nde kain (bulunan) ve malumu’l hudut (sınırları belli) olan yüz otuz altı bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakf-ı sahih eyledum. İş bu gayr-i menkulatumdan (dükkânlarımdan) gelicek nemalardan (gelirlerden) İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledum. Bunlar, ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü karışımı olduğu halde günün müteaddit saatlerunde sokakları gezeler. Tükrüklerin üzerine bu tozu dökeler (kirecin mikrop öldürücü etkisini unutmayalım) ki, yirmişer akçe alalar...