Çocukluğum kafes kuşu tadında geçti. Şimdi şu yaşımda çocukluğuma dönüp, beni aldatanlardan hesap sormak isterdim.
Zaman oldu öğretilen yalanlar, telkin edilen yanlışlarla iç içe yüreğimde buz tuttu. Telkinlerin karmaşasıyla tehditlerin ürküntüsünde kimliğimi yitirdim. Kimliğimi ararken, baktım kendi kendimle yüz yüze gelmişim. “Ben aslında benim” diye haykırmak istedim o an, fakat tek seslilik haykırışlarıma geçit vermedi. Ancak kendi kendime fısıldayabildim: “Ben kimim?”, “İnsan nedir?” diye; “Nereden geldik?”, “Nereye gidiyoruz?”
Yıllar boyu sorularımı kendime sakladım. Kimseye soramadım. Kendimi kimselere açamadım. Açamazdım, çünkü bazı sorunları düşünmek kadar bazı soruları sormak da yasaktı. Bazen sorularım gırtlağıma dizilir, soluksuz kalırdım.
Yıllar boyu soluksuz kaldım. Tüm soluksuz kalışları “sekerat” (can çekiş) zannedenler, soluksuzluklarımı ölüm haline verdiler. Soluksuzluğun aslında bir yeni soluk, belki bir “sur-i İsrafil” olabileceğini kestiremediler. Oysa ben nefesim daraldıkça düşünüyor, hayatla ölüm arasındaki ince çizgide varlık arıyordum.
Kalıplar işte o çizgide kırıldı. Kitaplarım o çizgide doğdu. O çizgide kitaplaşmaya başladığımı hissettim. Kısacası hayal, hayat ile o çizgide buluştu.