Yaz başıydı. Bizim evi boyatmam gerekiyordu. Fakat boya mevsimi olduğu için tüm boyacılar çok meşguldü. Nihayet, saçlarına hafiften ak düşmüş, gözlüklü, boyacıdan çok filozofa benzeyen orta yaşta bir boyacı buldum. Bir kuşluk vakti eve geldi. İçeri girer girmez havanın rutubetinden, sıcağın nefes kestiğinden, pahalılıktan, kamyonetinin eskiliğinden yakınmaya başladı...
Bir yandan konuşurken, bir yandan da boyaları birbirine karıştırıyor, neft ekliyor, tiner ekliyor, tekrar biraz mavi katıyor, sonra sarı atıyor, fakat eşimin istediği rengi bir türlü tutturamıyordu.
İyice sinirlenmişti. Eski boyaların kalitesi üzerine uzun bir nutuk attı. Yetinmedi, hayat boyu karşılaştığı şanssızlıklarla uğursuzlukları ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.
Renk tutturma çabası yarı yarıya zaferle bitince, duvarı boyamaya yöneldi. Fakat bu sefer de fırça dağıldı. Kamyonetine kadar gidip başka bir fırça getirdi. Ancak çok kalitesizdi ve kıllar duvara yapışıyordu. Bunun üzerine, eski fırçaların kalitesi ve eski fırça imalâtçılarının dürüstlüğü üzerine bir nutuk daha dinledim. Adam gerçekten de filozof olmalıydı. “Şimdi dükkâna kadar gidip yeni bir fırça getirmem gerekiyor” dedi suratıma dik dik bakarak.
Hızla dışarı çıktı. Ama çok geçmeden geri döndü. Yüzü allak bullaktı: “Kamyonetimin marşı basmıyor” dedi, “Şayet müsaitseniz beni dükkânıma kadar götürüp getirebilir misiniz?”
Onun gibi abus suratlı, meymenetsiz, somurtkan, her şeyden yakınan ve üstelik de sinirli birisiyle küçük bir otomobilde bir saat geçirmek kolay değildi, ama başka çarem yoktu. Emektar arabamla yola çıktık. Sus-pus vaziyette kenar mahallelere geldik. Boyacı bir ara bahçe içinde küçücük bir gecekonduyu göstererek: “Bizim fakirhane” dedi, “Dört çocuğum, karım ve anamla yıllardan beri bu evde yaşıyoruz.”