Rivayete göre, Osmanlı Devleti kuruluş aşamasındayken, kurucu Osman Gazi’nin kayınpederi (kaimpeder), maneviyat önderi ve şeyhi Edebali Hazretleri, insanın önemini vurgulayan bir tavsiyede bulunmuş, demiş ki: “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devletin yaşasın!”
Bu tavsiyeden yıllar sonra, Fatih Sultan Mehmed, aynen tavsiyeye uymakta, fetihten sonra katıldığı ilk Divan’da (Bakanlar Kurulu Toplantısı diyelim), “Bu ferah ki bende görürsüz; yalnız bir kal’a fethünden değildür; Ak Şemseddin gibi bir pîr–i azizin, benum zamanumda olduğuna övünürüm” diyerek, fethettiği Konstantiniye ile değil, Ak Şemseddin Hazretleri ile, yani bir “insan”la övünmektedir.
Aslına bakarsanız, Ak Şemseddin de övünülmeye değer bir “insan”dır. İmanla tekniği içinde bütünlemiş, dünya ile ahiret arasında, her Müslümanın kurması gerektiği halde bir türlü kuramadığı, sağlam bir denge kurmuştu…
“Çocuk” denecek yaşta dünyevi kuvvet ve kudretin zirvesine çıkan Sultan İkinci Mehmed’in, “öğrenme” uğruna, dünya nimetlerini gözünü bile kırpmadan feda etmesi, başlı başına kitaplaştırılması gereken bir konudur.
Bu teragat acaba hangimizin nefsine sığar? Hele “Padişah-ı Cihan” ve “Roma İmparatoru” sıfatlarını nefsinde taşırken, Hocasını (ve şeyhini) ziyaret etmesi, elini öpmesi, yalvarması, Şeyh Hazretleri’nin ise yan gelip asla istifini bozmadan onu dinledikten sonra, “Padişahlığına dön” anlamında âdeta haşlaması, genç Padişahın, hocasının temsil ettiği misyona bağlılığının ölçüsü hakkında bir fikir verebilir.
Padişahın bu tavrını “tevazu” ile izah etmek de gerçeği bütünüyle yansıtamaz. Bunu idrak için talebelikteki lezzeti tanımanın yanı sıra, bir de Osmanlı Devleti’nin âlime bakışını bilmek lâzım. Sadece hayata ve insana iman perspektifinden bakabilenler, insanın gerçek değerini bilebilirler.