Şu yalnızlaşmaya bakın ki, bir apartman dairesinde ölen adamın cesedini kokuştuktan sonra buluyorlar. Demek oluyor ki, kokuşana kadar, hiç kimse adamın kapısını çalmamış, hiç kimse, şu ramazan-ı mübarekte bir tas çorba yahut ev yapımı tatlıdan birkaç dilim götürmemiş, kimse bu adamı merak etmemiş, “Belki başına bir şey gelmiştir?” diye düşünmemiş.
Muhtemelen apartmanın diğer bölümlerinde oturan ailelerin, adamın varlığından bile haberi yoktur: Ne yaman bir yalnızlaşma!
Bireyselleştikçe yalnızlaştık. Birbirimizden iyiden iyiye koptuk. Sevgisiz, dayanışmasız bir topluma dönüştük ve “komşuluk” dediğimiz geleneksel huzur atmosferini yitirdik.
Hâlbuki eskiden komşuluk konusunda mükemmeldik. Ayrıca da çok konukseverdik. Evler bile buna göre planlanır, buna göre döşenir, komşuların ve misafirin rahat etmesi için ne mümkünse yapılırdı (“misafir odası” alışkanlığı o günlerden kalmadır).
“Ayda yılda bir gelen misafire göre ev mi döşenir” demeyin; çünkü Osmanlı evlerinde arada bir değil, hemen her gün misafir ağırlanırdı. Bu biraz da ulaşım imkânlarının sınırlı olması sebebiyle bir zorunluluktu. Çünkü Kadıköy’den ya da Avcılar’dan İstanbul’a gelene kadar zaten akşam olur, bu yüzden misafir ister istemez yatıya kalırdı…
Tabii sırf bu zorunluluktan dolayı yatıya kalınmazdı. Osmanlı insanı gerçekten misafirperverdi ve misafirin yatıya kalması için ısrar ederdi. Bundan zevk alırdı. Hatta biraz yakın akrabalar haftalarca konuk olurlardı.