Sayın Cumhurbaşkanımızın “Türkçe” derdini anlıyorum, çünkü bendeniz de aynı dertten muzdaribim.
Ama asıl anlaması gerekenlerin anladığından pek emin değilim…
Asıl anlaması gerekenleri sayayım isterseniz: Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve belediyeler…
Milli Eğitim Bakanlığı tayin-terfi ve yeni okul inşaatlarıyla, Kültür Bakanlığı turizmi canlandırmayla o kadar meşgul ki, bakanlıklarında köklü değişim gerektiren asıl konulara vakit ayıramıyorlar.
Ayrıca “kültür” gibi mücerret (soyut) bir konu ile “turizm” gibi müşahhas (somut) bir konunun aynı bünyede toplanmasını anlamak mümkün değil. Ağırlık ister istemez para getiren turizme kayıyor. Kültür ise maalesef sahipsiz kalıyor.
Konuşmalarından anladığımız kadarıyla Sayın Cumhurbaşkanımız işin farkında: Ancak “farkındalık” yetmiyor. Kadroları harekete geçirecek düzenlemeler lâzım. Sayın Cumhurbaşkanımızın kişisel çabasıyla olacak iş değil. Topyekûn bir harekete ihtiyaç var. “Dertli” uzmanlardan kadrolar kurmak ve kadroları orkestra şefi ustalığıyla yönetecek “deliler”in yönetimine vermek lâzım.
Gerçekten de “delilere” ihtiyacımız var. “Akıllılar”ın batırdığını ancak “deliler” ayağa kaldırabilir. Malum: “Akıllı düşünene kadar deli köprüyü geçer!”
Artık köprüyü tartışmaya değil, geçmeye muhtacız!
Cumhurbaşkanı çırpınıyor, ama Başbakan’ın ağzından “kültür” ve “dil” kelimelerini duymuşluğumuz yok. Atatürk konusundaki hassasiyeti keşke bu konularda da olsa…
Türkiye, teknik yatırımlardan ibaret bir ülke olamaz. Teknik yatırımlarla bir ülke topyekûn gelişmeyi sağlayamaz. Kaldı ki, teknik yatırımların sürdürülebilmesi bile kültürel atağa bağlı.
Bu tespitim tüm aydınları kapsıyor. Dil ve kültür konularına bu kadar duyarsız insanlardan “aydın” filan olmaz (Sayın Cumhurbaşkanımız bir konuşmasında “çeyrek aydın” demişti ki, tam oturuyor). “Aydın” olsa bile “münevver” olmaz.
Malum: Toplumunun önünü aydınlatabilen ve açan insanlara eskilerimiz “münevver”derlerdi…
Bu kelimenin kökü “nur”a dayandırılır, “ibadet ve taatla nurlanmış, imanî ve İslâmî tahsil-terbiye ile intibaha gelmiş âlim” anlamında kullanırlardı.
Nice kelime ve kavramlarla birlikte bu kavramı da “kökü dışarıda” sayarak savurduk…
Meğer kelime deyip geçmemek lâzımmış...
Kelime bir milletin karakteri, ufku, en kıymetli hazinesi, âdeta şuur ve hafızasıymış...
Yerleşik her kelimenin kıymeti “kâmus namustur” (Cemil Meriç) sözüyle özetlenecek kadar kutsalmış meğer.
Düşünün ki, bugün sizin kullandığınız (ya da kökü Arapça-Farsça olduğu gerekçesiyle kullanmadığınız) herhangi bir kelimeyi, tarihin içinde Fatih Sultan Mehmed de kullanmış olabilir, Mimar Sinan da, Osman Gazi de…
Kelime, tarihi bağların düğümüdür, geçmişi geleceğe kilitler.