Düşünün ki, son padişahlar bile cuma namazına giderken “talebe-i ulûm”dan (medrese-üniversite öğrencilerinden) bir grup, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye bağırıyorlar.
Ders kitaplarında “diktatör” ilân ettiğimiz padişahların en büyüklerinden, en cihangirlerinden, en zorlularından biri (Yavuz Padişah), “Hâkimü’l-Haremeyn” unvanı karşısında ürpertiler geçiriyor, dayanamıyor kendini secdeye atıyor, sonra melûl-mahzun doğruluyor ve hutbedeki hatibe, “Hâkimü’l-Haremeyn değil, Hadimü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı anlamında) diyerek kendi kendini Harem-i Şerif’in hizmetkârı ilân ediyor.
Hatırlar mısınız, Hazret-i Ömer şahsî gelirinden bir kısmıyla bir adam tutmuş, saçlarına ak düşene kadar bu adama her sabah sistemli şekilde, “Ya Ömer ölümü unutma, mahşeri unutma” diye bağırtmış, ahiretle arasına bu cümleyi köprü yapmıştı…
Adaleti ile yalnız Müslümanları değil, Hıristiyan dünyasını bile teshir eden büyük Halife Hazret-i Ömer’in bu tutumuyla Osmanlı padişahlarının—ki, birçoğu aynı zamanda halife idi—Allah’a teslim oluş halleri ne kadar birbirine benzer.
Binaenaleyh, Osmanlı padişahları hiçbir zaman “mutlak” olduklarını kabul etmemişler, ettirmeye de çalışmamışlardır. Aksine, ulemaya tabi olmuşlar, büyük hesap gününü her zaman göz önünde bulundurmuşlar, bunu bir an olsun unutma korkusuyla “Talebe-i ulûmdan” bir grubu “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye bağırtmışlardır.