Fakir ya da zengin, asil yahut avam; Osmanlı insanı tabiatla dost, hatta iç içe yaşamıştır…
Ayrıca “insan ve mekân” ilişkisi konusunda müthiş seçici davranmıştır.
Bunu ünlü Fransız şair Lamartine’den öğreniyoruz:
“Güzel manzaralara, parlak denizlere, gölgeliklere, membalara, karlı dağ tepeleriyle çevrelenmiş muazzam ufuklara karşı beslenen temayül bu milletin en büyük meylidir.
“İşte bu millet padişahlarının sarayını, yani payitahtın merkezini bütün imparatorluğun ve belki de bütün dünyanın en güzel tepesinin yamacına yerleştirmiştir.
“Bu sarayda Avrupa saraylarının ne dâhili ihtişamı, ne o esrarengiz şehvanilikleri görülebilir. Bunda yalnız ağaçların tıpkı bakir bir ormanda olduğu gibi alabildiğine ve ebedi surette geliştiği, suların şarıldadığı ve güvercinlerin dem çektiği geniş bahçeler mevcuttur. Burada daima açık tutulan birçok pencereli odalar, bahçelerle, denizlere hâkim eyvanlar ve kafeslerinin arkasına oturan padişahlar için hem tenhalığın tadını, hem o sihirli Boğaz manzarasının zevkini aynı zamanda hissetmek imkânını temin eden kafesli köşkler vardır.