Tarihimiz “insanlık” dersleriyle doludur. İnsanlık konusunda ninelerimiz ve dedelerimiz zaman zaman o kadar ileri gitmişler ki, Osmanlı toplumunu inceleyen Avrupalı yazarların ve gezginlerin dudakları uçuklamış, “Bu kadar da olmaz!” demek zorunda kalmışlardır.
Tespitlerine göre: Eski insanımız, “insan-hayvan-bitki ve çevre” sıralaması içinde tüm hayata karşı saygılıydı: Çünkü her varlığın bir “görev”le gönderildiğine inanmışlardı. Bir bakıma varlığın sırrını çözmüşlerdi. Her insanın hakkını bu anlayış içinde gözetiyor, kendisiyle aynı dini, aynı inancı, aynı milliyeti, aynı siyaseti, aynı kıyafeti paylaşmayanlara karşı, yine bu anlayış içinde müsamaha gösteriyordu.
Çünkü “kul” olduğunu biliyordu: İnsanı “efendi”lik makamına yücelten “kulluk şuuru”dur!
İmparatorluk (büyük devlet anlamında) bu şuurla yönetiliyordu. Bunun için de imparatorluğun geniş coğrafyasında kurtla kuzu yürüyordu! Buyurun 1740’ların Türkiye’sini, İngiliz Sefiri olarak onbeş yıl Türkiye’de yaşayan Sir James Porter’den okuyun: “Gerek İstanbul’da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde isbat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır.”
Padişahlar yanında onları ikaz eden hocaları vardı: Hocalar Allah’ın hükmünü dümdüz anlatır, sözlerini asla sakınmazlardı. Fatih’in, Vezir-i Âzam (Başbakan) Mahmud Paşa’ya, Ak Şemsüddin konusunda serzenişi meşhurdur: “Bu pîre () hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım, ellerim titrer.”