Osmanlı asırlarında ramazanlar ve bayramları idrak plânında yaşanırdı.
14 yıl boyunca Avrupa’daki Türk topraklarını ve Anadolu’yu gezen Kralın Saray Nazırı Jacques de Villamont, “Les Voyageurs du Seigneur Villamont” (Bay Villamont’un Yolcuları) adlı 1596 yılında yayımlanan eserinde bayramlarımıza ilişkin ipuçları veriyor…
“Kimin bir düşmanı varsa bayram namazından önce, gidip ondan af dilemekle mükelleftir. Öteki de el öpmeden ve musâfaha (el sıkışma) da etmeden evvel affettiğini söylemek mecbûriyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esasa riâyet etmeyen kimseler ise neredeyse fâsık telâkkî edilirler.”
“Barış toplumu”nun, bayramları “Barışma Günü” yapmasından daha doğal ne olabilir? Osmanlı bir “barış toplumu”ydu. İnsan, başka bir insana baktığında Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Rum, Ermeni yahut Müslüman, Hıristiyan görmez, sadece “insan” görürdü. Yani “insan insanın kurdu” değil, “dost”u ve “kardeşi”ydi.
Cumalar, ramazanlar, bayramlar ve mübarek geceler toplumsal barışın vesileleriydi.