Sohbet olgusu, Osmanlı sistematiği içinde gelişmiş, yaygınlaşmış, evlerden hanlara-hamamlara kadar tüm toplumsal mekânları kuşatmıştı.
O kadar ki, camilere “Muhabbethâne” (sohbet odası)eklenmişti. Hatta sohbet geleneği, padişahların huzuruna çıkıp “Huzur-ı Hümayûn Dersleri”ne dönüşmüştü. (Padişahlar bu dersler vasıtasıyla bilgilerini güncelleştirip kendilerini geliştirirlerdi).
Kısacası, saray başta olmak üzere tekkede, camide, kahvehanede, handa, hamamda ve ailede sohbet vardı. Zaten kahvehaneler insanlardaki sohbet aşkından doğmuştur: “Gönül ne kahve ister ne kahvehane/ Gönül sohbet ister, kahve bahane” mısralarında da ifadesini bulmuştur.
Büyük İslâm tasavvufçularından Nakşibendi, “Tarikimiz (yolumuz) sohbet üzerinedir” diyerek, müritlerini sohbet eksenli eğitime teşvik ederdi. “Osmanlı mucizesi”ni inşa eden olgunun temeli de sohbettir.
Ertuğrul Gazi, aşiretteki ufuklu insanların sohbetlerinde pişmiş, kendisi sohbet dinlerken haylazlık eden ağabeylerine bu sayede üstünlük kurup babası öldüğü zaman yerine geçmeyi hak etmiştir. Caber’e ulaştıkları günlerde, yanına gelip göçmekten yorulduklarını, çok can ve mal kaybettiklerini, artık eski yurtlarına dönmek istediklerini söyleyen ağabeyleri Gündoğdu Bey’le Sungur Tekin Bey’e, “Deryayı (denizi) geçeceğiz ve devlet olacağız” diyebilmesi, irfan meclislerindeki sohbetlerde gelişen ufkunun göstergesidir. Ertuğrul, küçücük bir aşiretin reisi olarak nasıl ayakta kalacağını düşünmeyi gerektiren pek çok olumsuzluğun ortasında, Konstantiniye (Bizans İstanbul’u) fethini düşlemektedir.
Ağabeylerinin itirazı da onların ufuksuzluğunu yansıtır: “Derya diye tutturdun, lâkin deryanın suyu tuzludur, ne hayvan, ne insan içebilir; hatta ekin sulamaya dahi yaramaz.”