Musul meselesi, İsviçre’nin Lozan kentinde başlayan görüşmelerin gündemine 26 Kasım 1922 tarihinde geldi. O tarihte Irak’ın durumu tıpkı şimdiki gibi çok karışık ve çok belirsizdi. İngiltere’nin yanı sıra, Fransa ve ABD, bölgede menfaat (petrol denilen) aramaya çıkmışlardı. Bu yüzden bölgeyi yeni Türkiye’ye bırakmak istemiyorlardı. Türkiye ise beş yüz yıl müddetle bölgeyi yönetmişti. Hak iddiasında bulunması doğaldı. Üstelik bölge ahalisinin ekseriyeti ile Türkiye’nin din ve kan bağı vardı. Zaten “Misak-ı Millî” sınırlarının içine alınma sebebi de bu bağlardı.
Bu noktada İsmet Paşa bir yanlışlık yaptı: Musul’da nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden Türk ve Kürtlerin, Arap ve diğer unsurlardan ayrı olarak aynı ırktan geldiklerini, yani “Turan” kökenli olduklarını ispatlamaya kalkıştı.
Bu görüşe dayanarak, Musul’un mukadderatının İzmir’in, İstanbul’un, Trakya’nın, Adana, Urfa ve Antep’in mukadderatıyla aynı olduğunu ve bu şehirlerin mütarekeden sonra ve mevcut antlaşmalar hilafına işgal edildiğini söyledi.
İngiliz Heyeti’nin Başkanı Lord Curzon, İsmet Paşa’nın savunmasını dinledikten sonra Misak-ı Millî gibi bir belgenin galip devletlere dayatılamayacağını belirtti. Ankara Meclisi’ndeki Kürt milletvekillerinin içinde Revanduz ile Süleymaniye’den gelmiş olanların bulunup bulunmadığını, bunların bir seçim neticesinde mi Ankara’ya geldiklerini sordu: Tabii bu soruların cevabı yoktu…
Bunun üzerine Curzon Musul meselesinin hakeme havale edilmesinin uygun olduğunu ve bu hakemin de Cemiyet-i Akvam (Birleşmiş Milletler) olabileceğini söyledi.