“Tarih” dendiğinde yalnızca Malazgirt’i, Niğbolu’yu, Mohaç’ı, Varna’yı, Preveze’yi, İstanbul fethini hatırlamak yetmez. Tarihi bir bütün olarak düşünmek lâzım: Sosyal kurumları, askeri ve sivil teşkilatları, maliyesi, eğitim sistemi, mimarisi, toplum yapısı, kültürü ve medeniyetiyle birlikte...
Rousso, işte bu yüzden, “Tarihi yazmak, tarih yapmaktan daha zordur!” diyor.
Doğrudur, çünkü siyaset, tarihçinin kalemini özgür bırakmaz. Siyasetçi, kendisini ibra için, kendi dönemini aklamak için tarihçinin kalemine hükmetmeye çalışır. Bunu kâh yasaklarla yapar, kâh tarihçiye makam, mevki, şöhret, servet vadiyle...
Ve belgesel tarihin yerini faraziyeler, ilmî dayanağı bulunmayan tezler, hipotezler alır. Özellikle ders kitaplarına hükmetmek daha pratik, kolay ve etkili olduğu için, ders kitapları resmî ideolojinin istediği biçimde tanzim edilir. Tarih dersi geçmişi öğretmek amacının dışına çıkarılır. İdeolojinin emrine sokulur. Artık çocuklar, siyasete hükmedenlerin istediklerini öğrenmeye mecburdur. Bunlar da çoğunlukla övgüden ibarettir. Geçmiş hakkındaki hükümler ise tek kelime ile “sövgü”dür.
Örnek olması açısından, size bir belge sunacağım.