Bu kaçıncı yılbaşım, bu kaçıncı yılbaşı kavgamız? Her yılın sonlarına doğru, her bayramda (Dini bayram, milli bayram mı?) yapmayı alışkanlık haline getirdiğimiz kavgalara benzer bir kavga daha patlar ülkemizde: “Miladi takvim mi, Hicri takvim mi?” kavgası.
Peşinden o bitmez tükenmez tartışmalar gelir: “Yılbaşında hindi yemek caiz mi?.. Yılbaşında eğlenmek helâl mi?.. Yılbaşı diye ağaç süslenir mi?”
Aslında bu tür kavgaların bir işe yaramadığını herkes bilir, ama ne hikmetse sürdürürüz, çünkü biz kavga etmeyi pek severiz!
Hangi takvime göre olursa olsun, her yıl yeni bir başlangıç, yeni bir umut, yeni bir ufuk, yeni bir beklentidir. Dileyen dilediği gibi karşılar yeni yılı, bize ne! Kimimiz eğlenir, kimimiz başını ellerinin arasına alıp derin bir vicdan muhasebesine oturur: “Koskoca bir yılı ziyan mı ettim, yoksa bereketlendirdim mi?” diye düşünür; “Zarar haneme mi yazıldı, kâr haneme mi?”
Yakın tarihlerde bu topraklarda kullanılan üç tür takvim, üç farklı yılbaşı var. Her millet tek yılbaşına sahipken, bu toprakların mirasçısı olan bizler üç ayrı yılbaşına sahibiz. Bu bize diğer milletlerin sahip olmadığı bir zenginlik katıyor.
Pek çok şey gibi takvimlerin de, kökleri uzak geçmişte bulunan bir hikâyesi var. Bu hikâyenin başı Hz. İsa’nın (asm) dünyayı teşrifinden 45 yıl öncesine kadar uzanır. Eski Roma’da günlerin sayılmasında kargaşa yaşandığını gören meşhur Roma İmparatoru Jül Sezar, yeni bir takvim sistemini yürürlüğe koydu. Bu sistem “Jülyen Takvimi” olarak anıldı.