Sıkça zikredilen sözlerdendir; 'Şairleri ve yazarları susmuş bir milletin hayat damarları kopmuştur'... Ancak son yıllarda mısraları ile bizi tam da yüreğinden vuran kaç şair olduğunun cevabını bulmakta zorluk çekiyorum. Olanların da 'adı yok, kıymetini bilen yok'... 'O Kadındı' adını verdiği ilk şiir kitabını okuyunca Serap Kaya için 'sövmek ona yakışıyor' demiştim. Kadınsı duyguları ile göklerin yedi katını aşan isyanlı şiirlerinin günün birinde değeri anlaşılacak. Serap, şairliğinin yanında yazarlığa da soyundu şu günlerde. Iraklı Türkmen bir aile ile röportaja gitmiş, ağlamaktan gözleri şiş bir vaziyette geldi, çektiği fotoğrafların arasında 'ana ile oğulun ürkek bakışları', hikayelerini yansıtıyordu. Minik Muhammed'in her şeye rağmen geleceğe umut ile bakışı burktu yüreğimi. Haberin, röportajın detaylarıyla boğuşmaktansa gazeteci adayı Serap Kaya'nın iliklerine kadar yaşadığı duyguları okuyalım...*** "Bayramda Irak Musullu Türkmen bir ailenin evine konuk oldum. Gidip gitmemekte kararsızdım ama bayramdı... Ve o evde savaştan kaçıp gelmiş çocuklar vardı; güler yüzleriyle beni karşıladılar, ne güzel gülüyordu Muhammed. Savaştan kurtulmanın buruk tebessümü yüzünde taşırken, kalbindeki hüzünde gözlerine yansıyordu... Sitre Ana ağlamaya başladı 'Kızlarım orda kaldı, getiremedim' dedi. O anaydı..! Yüreği yanıktı ve bu bayram onlar için geride bıraktıklarının yasıydı... Abdulbaki Dede 'Saddam olsaydı keşke, o bize bakıyordu koruyup kolluyordu, sahip çıkıyordu.. O gitti ülke bitti' dedi. Sitre Ana ağladı 'Kızım' dedi, Suriye'de bırakmak zorunda kaldığı kızları aklına geldi, Musul'dan Suriye'ye geçmiş ve oradaki Suriyelilere para verip Türkiye'ye gelmişlerdi. Ve iki kızını da 'iki canını da' paraları yetmediği için Suriye'de bırakmak zorunda kalmıştı.. Dayanamayıp ağlamaya başladım. Ben de bir anaydım ve Sitre Ana'ya, zavallı kızlarına hıçkıra hıçkıra ağladım. Sınırdan geçiş zordu, dikenli otların içinden emekleyerek geçmişler ellerinde ve ayaklarında hâlâ o dikenlerin izleri, kalplerindeki acıların izleri kadar keskindi. Onlar gülseler de içleri kan ağlıyor ve memleketlerini, orada bıraktıklarını özlüyorlardı. Amerika'yı lanetliyorlardı.. 'Müslüman'ı Müslüman'a düşürme derdinde' dedi, Sitre Ana... 'O kıçı kırık Amerika'nın tek derdi soyumuzu kurutmak, bizi içten çökertmek, kendimizi kendimize vurdurmak' dedi... Aklıma Temmuz Darbesi geldi. Onların da tüm dertleri bizi içten içe çökertip kendi silahımızla, askerimizle bu güzel ülkemizi bertaraf etmek değil miydi? Ağzımız dualıydı, kalbimizde iman aşkı, yanımızda gözü kara 'Türk insanı vardı'.. Gökdelenlere çıkıp uçakların üzerine atlayacak kadar cesur, Türk insanımız vardı işte... Çoğu kez Şiilerle, Sünnileri birbirine düşüren Amerika değil miydi? Şiilerin camiini yıkıp, 'Sünniler yıktı' diye iddiada bulunmamışlar mıydı? Yutkundum, boğazımda bir yumru oluştu... Bu zavallı çocukların, Sitre Ananın, Abdulbaki Dedenin ve Muhammed'in dertleriydi.. Yutsam yutamıyor, kussam kusamıyordum... Sarıldım, kocaman sarıldım... Onlar için elimden geleni yapacaktım..***Ülkemizin çok güçlü olduğunu ve neler yapabileceğini gördüm. Biz savaşlarda bile düşmanımıza bakan bir nesilken bize Amerika vız gelir tırıs giderdi. Bizi hiçbir ülke çekemedi, kıskanılıp kısıtlandık yıllarca ama topraklarımızı satmadık, namertlere bırakmadık, bizler ölmeden o sırat köprüsünü geçtik, ölmeden can verdik.. Şehitlerimizle birlikte omuz omuza onca düşmanı devirdik ve sol yanımızda Atamızın izi, Rabbimizin imanı oldukça sırtımız yere gelmeyecekti. Muhammed'e baktım; bana bakıp gözlerini kaçırdı, utandı.. Göçmen bir kuştu o..! Oralardan göçüp ülkemize gelmiş, kırık kanadı hâlâ iyileşmemişti.. Sarması bizlere kaldı... Giderken tekrar 'selâmün aleyküm' dedim ellerini öptüm, kızlar yere serdikleri yün minderleri, ikram ettikleri anason kokulu çörekleri ve boş çay bardaklarını toparlamaya başladılar, Muhammed, ona aldığım boyama kitaplarını çoktan boyamaya başlamıştı, yeşili pembeyi kullanmıyordu siyah beyaz hayatına belki de renkleri katmaktan korkuyordu... Ölümün soğuk nefesi hep enselerinde gezinmiş, Azrail yanlarından hiç ayrılmamıştı. Onlar çiçekleri böcekleri unutmuş, bombalar, sirenler son ses dinledikleri müzik olmuştu. Kan dolu gözleri, yas tutmuş kalpleri, ağıt yakan dilleri 'bir kavanoza kapatılmış hayatlarıyla' zar zor yaşam mücadelesi veriyorlardı. Onlar yaralı göçmen kuşlarıydı. Mülteci kimlikleri vardı ve çoğu hâlâ Türk vatandaşı olamadıkları için ne okul okuyabiliyorlardı ne de yardım alabiliyorlardı, ben onların kısık kalan sesleri oldum, umarım bu sesim çığlık olur ve Muhammedler okur... Bu ülkeye sahip çıkıp; Ata'mızın 'Yurtta barış, dünyada barış' sözünü onlar da haykırır... Ayakkabılarımı giydim evlerinden çıkarken, Muhammed bana bakıp... Ona öğrettiğim sözü söyleyiverdi..." 'NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE'.