Ön isimleri "Cengiz", uyrukları "Türk" olmasa Aytmatov ve Dağcı belki de Dostoyevski ve Toltsoy'un şöhretlerini aşarak evrensel edebiyatın nirvanasından seyrederdi dünyayı... Yaşadıkları gerçek acıyı "edebiyatın klasikleri" arasına girmiş bir tek isim bile yaşamadı çünkü... Hayal dünyası ne kadar geniş olursa olsun yaşadıklarını tasvir edemiyorsa bir yazar, tanık olduklarını aktaramıyorsa insan, içine acılarını, duygularını sıkıştıramıyorsa, nafile çabalarını betimleyemiyorsa eksik yaşamıştır o zamanı... Kaçırmıştır detayları... Bu yüzden "Hacı Murat"taki "keven dikeni"nin toprağın derinliklerindeki yer tutuşu "yurt"u hatırlatır bana, Dağcı'nın ölümsüz eserindeki "Yurdunu Kaybeden Adam"ın hüznü çökertir içime, Aytmatov'un "Mankurt"unu, Falih Rıfkı'nın "Zeytin Dağı"nı, yaşadıkları dramı kaleme alan "Balkan Bozgunu", Kafkas, Kırım ve Ahıskalıların sürgünleri acıtır içimi... "Vay yurdunu kaybedenlerin haline..." iç geçirmesi dinmez içimden... Yurdunu kaybetmek ne acıdır tahayyül bile edemem. Kim bilir "yurdunu kaybedenlerin acısını" içselleştirdiğim için o adamlara olan hayranlığım çığ gibi büyüyor... İşim, dahası yeteneğim sadece "edebiyat" olsaydı da keşke; gıpta ettiğim yazarların yerinde olsaydım öncelikle "yurdunu kaybeden insanların portrelerini" kaleme alırdım... Başta Mustafa Kemal olmak üzere henüz "İstiklal Harbi"nin gerçek anlamda destanı yazılmadı. Oscar'a, Nobel'e bilmem neye aday gösterilebilecek romanı yazılamadı, sinema filmi çekilemediyse eksiklik hepimizde... Demek ki adı geçen sektörde "yurdunu kaybedenlerin acısını hisseden yok..."
***
Yaşadığımız coğrafyada kendilerini "yurtsever, vatansever, milliyetçi-ülkücü-devrimci" olarak tanımlayanların çoğu hazıra kondukları için "yurdunu kaybedenlerin" çilesini çekmemiştir. Belki de bu yüzden "İstiklal ile İstikbal" arasındaki ikilemi yaşamaya mahkûm olmuşlardır. Ve halen "Suyun öte yanı" ile "Kaf Dağı"nın arasında bocalayıp kısır döngüde bocalamaya devam etmekteler...
Sanatın, edebiyatın derinliklerine dalmak ne haddim ne de hakkımdır. Lakin sanatın tüm evrelerine ruh verenin "harp" olduğu gerçeğinden hareket ederek binlerce yıldır direnerek "Vatan" haline getirenlerin geçmişleri irdelendirildiğinde mimarlarının "yurdunu kaybedenler"den oluştuğu da inkâr edilemez.
"Fırat'ın Doğusu"na geçmeden 12 bin yıl öncesinin kalıntılarının açığa çıktığı "Göbeklitepe"nin medeniyetine kadar konuyu uzatıp, detaylandırmaya da niyetim yok. "Bu coğrafyada yaşamanın bedeli"nin bilincine varmış sıradan bir birey olarak "bedel ödeyen portre"lerin derinliklerine varmakta fayda var. Bu yüzden Türk Ordusunun bilinen 2300 yıllık tarihini önemsiyoruz. Sayısız zaferler kadar bozgunları da kabullenip yaşanan mağlubiyetlerden ders çıkarmak zorundayız. "Alkışı görüp, ihaneti yaşamak" gibi geçmişimizdeki "kahramanlar ile hain olarak bilinenlerin ruh hallerini" de o koşullarda yaşananları bilmek zorundayız. Evet, bu topraklar bereketlidir... Haini de boldur... Fakat hain yaftasını yapıştırmanın kolaycılığına kaçmadan olayları o günün şartlarında değerlendirmekte fayda vardır. "Hainler korkaktır" doğru ama o bireyi korkuya sürükleyen, teslimiyete götüren kaygıları soruşturup sağlıklı sonuçlar çıkarmak da bu topraklarda direnen sorumluluk sahibi münevverlerin görevidir. Bunu günümüzde yerine getirenlerin sayısı ne yazık ki iki elin parmağını geçmiyor.
***