Ama geminin yolcularının daha fazla beklemeye tahammülü yoktu.
Aralarında bebeklerin, çocukların ve kadınların da olduğu yolcuların yarısı bu gemiye binmek için Ada’nın karşı kıyılarındaki Hollanda’nın Leiden şehrinden gelmiş “Pilgrim” olarak bilinen radikal püriten bir cemaatin mensuplarıydılar.
Aslında oraya da 15 yıl önce İngiltere’den kaçıp gitmişlerdi.
Her türlü geleneği ve hiyerarşiyi reddeden İncil’in radikal bir yorumuna inanan, dışardan bakınca hiçbir özelliği olmayan sade kiliseleri, mütevazi giysileriyle dikkat çeken, sadece ibadet edip çok çalışan ve az harcayan bu cemaatin mensuplarına İngiltere’de hayat hakkı kalmamıştı. Anglikan Kilisesi’nden gördükleri baskılar, 17. yüzyılın başında kiliseyi kuran Tudor Hanedanlığı sona erip Stuart Hanedanlığı başladığında da bitmemiş, yeni Kral James, kendi çevirttiği bir İncil’in dışındaki bütün İncilleri yasaklayıp, radikal püritenlere baskıları artırmıştı.
Çareyi, topluca o yıllarda liberal, özgür bir krallık olarak bilinen Hollanda’ya göçmekte bulmuşlardı. Yerleştikleri Leiden’da üniversitede ve atölyelerde çalışıp hayatlarını sürdürüp, kapalı cemaatlerini yaşatmaya çalıştılar. Ama Kral James’in eli oraya da uzanmaya başlamıştı.
Ama esas sorun artık Leiden’ın da büyüyüp, kozmopolit bir şehir olmaya başlamasıydı.Şehirde günah artmış, cemaatin çocukları da İngilizce’yi unutup, Hollandalılara dönüşmeye başlamıştı.
Artık İngiltere’ye de dönemezlerdi.
Kimliklerini koruyabilmek için tek çare Yeni Dünya denen Amerika’ya gidip, yeni bir hayat kurmaktaydı. Bunun Tanrı’nın kendilerine çizdiği bir yol olarak gördüler. Tanrı onları cennetine çağırmaktaydı.
Ama o yıllarda Amerika’ya sınırlı sayıda göç olmuştu. Gidenlerin çoğu suçlular ve maceraperestlerdi. Kurulan koloniler uzun ömürlü olmamış, ortaya çıkan hastalıklarla toplu ölümler yaşanmış, pek çok kişi tutunamayıp geri dönmüştü.
Yani gidecekleri yer pek cennet gibi değildi, yolculuk belirsizliklerle doluydu.
Daha önemlisi hem böyle bir yolculuğu ve hem de eğer varabilirlerse orada yeni bir hayat kurmayı karşılayacak yeterli paraları yoktu.
Tek çare vardı. Gemiye, yolculuğu finanse edecek başka yolcuları da almak.
Ama aylar sürecek bir yolculuğu aynı gemide kendileri gibi dindar olmayan, tanımadıkları insanlarla yapmaya çekinmekteydiler.
Tam da kaçtıkları şey buydu; Dindar olmayan insanların, günahkarların ailelerini ve çocuklarını kötü yönde etkilemesi.
Ama başka çareleri yoktu. İngiltere’den gemiye, daha sonra “yabancılar” adı verilecek “macerası girişimler” olarak bilinen diğer yolcular da bindiler.
Bu “yabancılar” zengin işadamları, cinayetten veya hırsızlıktan aranan kaçaklar, ailesini daha iyi şartlarda yaşatmak isteyen çaresiz yoksullar, sadece macera için gemiye binen gençlerden oluşmaktaydı.
Boşandığı eşini cezalandırmak isteyen bir soylu, eşinin başka bir adamdan olduğunu öğrendiği ama kendi nüfusunda olan dört küçük çocuğunu da parasını vererek gemiye yerleştirmişti.
Tabii geminin hem dindar hem de laik yolcularının köleleri de yolcular arasındaydı.
Birbirine hiç benzemeyen insanlardan oluşan Mayflower yolcuları aylar süren uzun yolculuk boyunca asgari düzeyde temas kurmaya çalıştılar.
Bastıran kış şartları, dalgalı denizde batma tehlikeleri, ağır hastalıkları aşıp nihayet Amerika kıtasına yaklaşınca bu kez aralarında ciddi tartışmalar başlamıştı. Gemiyle nereye yanaşacaklar ve kolonilerini nerede kuracaklardı?
Yaklaştıkları kıyılarda, daha önce buralara gelen Avrupalı göçmenler ve yerlilere ait iskeletlerden başka bir şey görmemişlerdi. Terkedilmiş ve güvenli olmayan bu topraklarda birlikte olmaktan başka şansları da yoktu.
Gemideyken aralarındaki sorunları çözmeye karar verdiler.
Çözüm birlikteliklerinin sınırlarını belirleyecek bir sözleşme imzalamaktaydı.
Bu sözleşmeyle kuralları ve yöneticileri olan bir politik birlik kuracaklardı.
Gemideki kadın ve köleler dışında yaşı ergen olan 41 erkek sırayla sözleşmenin altına isimlerini yazarak imzaladılar.
“Mayflower Compact” olarak anılacak bu belge “Tanrı’nın adıyla” diye başlıyordu:
“Aşağıda imzası bulunan bizler,
dinimizin koruyucusu, İrlanda, Fransa ve Büyük Britanya’nın hürmete
layık kralı James’in sadık bendeleri, Tanrı’nın inayetiyle;
Ülkemizin ve Kralımızın şerefi, Hristiyanlık inancının ilerlemesi
ve Tanrı’nın zaferi için ant içerek Virginia’nın kuzey kısmındaki
ilk koloniyi kurmak için seyahate çıkmayı; bu vaadlerimizi tek
başımıza ya da karşılıklı olarak Tanrı’nın huzurunda yerine
getirmeyi; dirlik ve düzenimiz için ve yukarıda bahsedilen
amaçların yerine getirilmesi için sivil bir örgüt çatısı altında
bir araya gelmeyi; adil ve eşit kanunları, emirleri ve anayasaları
koloninin genel çıkarlarına uygun olacak bir şekilde çıkarmayı
bütün alçakgönüllülük ve itaatimizle vaad ediyoruz.”
Bu sözleşmeye dayanarak İngiltere’den yola çıktıları Playmouth’un
adını alacak Massachusetts’deki ilk koloniyi kurdular.
Ardından onları takip edip ABD’ye gelenler de bu sözleşmeyi esas aldılar.
Bir gemide çaresiz ve birbirine benzemeyen yolcular tarafından imzalanan Mayflower Compact, bugün ABD’nin kurucu belgelerinden ve dünyadaki ilk anayasalardan biri kabul ediliyor.
Bugünlerde “Aynı gemideyiz” sözünü duydukça insanın aklına ister istemez 400 yıl önceki Mayflower Anlaşması geliyor.
Tabii ki istesek de istemesek de farklı güvertelerde olsak ya da bu yolculuğu bilerek seçmesek de aynı geminin yolcularıyız.
Ama sadece fırtınalı günlerde, dalgalar gemiyi çalkalarken değil, deniz süt limanken de, sadece zorluklara karşı omuz omuza verirken değil, ganimetleri paylaşırken de aynı gemide olduğumuzu hatırlamalıyız.
Bu gemi, çaresizce bindiğimiz, rotası sık sık değişen, yolunu kaybeden bir gemi değil, birlikte, hepimiz için iyi ve cazip bir yere doğru giden bir gemi olmalı.
Ancak o zaman hepimiz aynı gemide olmanın heyecanını duyar ve ona göre yelkenlere asılırız.
Yoksa bu geminin rotasından memnun olmayanlar, üst güverteye alınmayanlar, geminin bordasında delik açmaya, korsanlara haber uçurmaya başlarlar.
Gerçekten aynı gemideysek, uzaklarda buzdağı görenler, fırtına çıkacak diye bağıranlar, rota hakkında fikirlerini söyleyenlerin de geminin sağ salim kıyıya çıkması için bunu yaptıklarını unutmamak gerekir, ne de olsa aynı gemideyiz.
Yani sadece aynı gemide olmak bizi bir toplum ve millet yapmaya yetmiyor.
Oturup bu geminin kuralları, nereye gittiğimiz ve gittiğimiz yerde nasıl yaşayacağımız konusunda da anlaşmalıyız.
Herkes için eşit ve adil kanunlar ve herkese hizmet için var olan bir devlet, bundan 400 yıl önce çaresizce bindikleri bilinmezliği giden Mayflower gemisinin yolcularının bile ilk aklına gelen maddelerdi.
Bizim gemimizin de bir Mayflower Sözleşmesi’ne ihtiyacı var.
Ancak o zaman rahatlıkla, her zaman ve hepimiz aynı gemide olduğumuzu söyleyebiliriz.