“Yüzbaşı ateş emri verdi ve on dört makineli tüfek o anda emri
yerine getirdi. Ama bütün bunlar gülünç bir oyun gibi görünüyordu.
Sanki makineli tüfeklere boş kapsül doldurulmuş gibiydi. Çünkü
tüfeklerin tarrakası duyulduğu ve ardı kesilmeden kurşun tükürdüğü
görüldüğü hâlde, kalabalıkta en ufak bir tepki yoktu. Bir anda taş
kesilmiş gibi duran kalabalıktan ne bir ses, ne bir soluk
duyuluyordu. Birden istasyon tarafından yükselen bir ölüm çığlığı
büyüyü bozdu! Duyulan 'Aaah, anacığım' avazesi yeri göğü titreten
bir ses, volkanik bir soluk, dünyaları değiştiren bir kükreme olup
bomba gibi patladı kalabalığın ortasında. Panik içinde bir anda
kaynaşan kalabalık, kadınla kucağındaki çocuğu yutup sürüklerken,
Jose Arcadio Segundo, ancak öteki çocuğu yakalamaya fırsat
bulabildi...”
Gabriel Garcia Marquez, "Yüzyıllık Yalnızlık"ta Kolombiya’nın son
yüzyılının en acıklı hikâyesini böyle anlatmıştı.
Aslında Kolombiya’nın bir önceki yüzyılı bu kadar acıklı değildi.
1848’de ilk anayasal sisteme geçen, Liberal ve Muhafazakâr
partilerin kurulduğu, 1851’de köleliği kaldıran Kolombiya kıtanın
en eski demokrasisiydi.
Dünyanın muzlarını bu ülke yetiştiriyordu. 1928 yılında Amerikan
United Fruits şirketinin muz plantasyonlarında çalışan işçilere
temel haklarını vermemesiyle grevler başladı. Üretim durdu. ABD
hükümeti, Kolombiya’yı grevi durdurmazsa işgalle tehdit etti.
Hükümet güçleri grev yapan “komünistler” dediği kalabalığın
karşısına askerleriyle çıktı, açılan yaylım ateşte aralarında
kadınların ve çocukların da olduğu, cesetlerin vagon vagon
taşındığı bir katliam yaşandı.