Bu dünyayı yazarak algılamak ne tuhaf bir tecrübe. İnsan yazmadığı zaman varlığını duyumsayamaz oluyor. Sanki çeperleri kırmanın başka yolu yokmuş, kelimeleri yan yana dizmeyince kanatlar yaralı gövdeye yapışıp kalırmış gibi. Her yazar en iyi bildiği şeyden yola çıkar, kendi macerasını başka tecrübelerin içinden geçirip bazen açıktan bazen de kırk kat örtüye sararak anlatır. Yazmanın merkezine gidince tek bir büyük hikaye vardır fakat buradan koparılan parçalara bakarsak kimsenin hikayesi ötekine benzemez. Öte yandan benzemezlerin nasıl da birbirine benzediği muammasını sekiz yaşında fark etmiştim. Angelika isimli akranım küçük bir Alman kızının evimizde bir sene boyunca kalması, aynı odayı paylaşmamız, birbirimizin dilinden ilk kelimeleri öğreninceye kadar konuşamadan geçen günler. Çocuk tahayyülümün çok ötesindeki uzak ülkeden gelmişti, saçları mısır püskülü gibi, benimki tersi, bizde televizyon henüz yok ama o ülkesindeyken uyumadan seyrettiği bir çizgi film için ağlıyor. Birlikte oyun oynayarak, okula giderek, dokunarak, elbiselerimizi değiş tokuş edip, bebeklerimizi uyutarak tanışıyoruz. Başka ülkelere başka insanlara ve kültürlere dair iyi duygularımın sonsuz merakımın uyanma saati.