Lütfen ayağa kalkın, kollarınızı iki yana açın, ölçün… Üç metreye dört metre, o kadar bir odada kalıyor. Beton kutu.
*
Koyu kahverengi üç demir kapı var, biri banyoya açılıyor, sadece
bunda kilit yok, biri avluya açılıyor, öbürü giriş çıkış
kapısı.
Giriş kapısının göz hizasında 10 santime 15 santim ebatında cam
var, koridora bakabiliyor, koridor dediğin bomboş beton duvar…
Göğüs hizasında 15 santime 30 santim kapak var, sadece dışardan
gardiyanlar tarafından açılabiliyor, kapı mazgalı deniyor, yemek,
evrak filan bu delikten veriliyor. En fazla beş saniye, açılıyor,
veriliyor, kapatılıyor.
Kapının yanında acil butonu var, hastalanırsa o düğmeye basıyor,
gardiyan geliyor, kapıyı açmıyor, kapağı açıyor, meramını dinliyor.
Bu konuda yaşadıkları öylesine kötü ki, anlatmak bile istemiyor,
sadece şunu söyleyebilirim, artık hastalansa bile revire
gitmiyor.
Tek kişilik yatak var, dandik tabii, yamru yumru, uyurken belini
sakatlamamak için korse takıyor, karyola demirden, eski tip asker
koğuşu karyolası, bir battaniye, bir çarşaf, bir yastık kılıfı
veriliyor, ikincisi yasak.
Bir plastik kare masa, bir plastik sandalye, bir plastik kare
sehpası var, kantinden satın aldığı 37 ekran televizyonu masanın
üstünde duruyor, neyse ki 25 kanalın yayınına izin veriliyor.
Demir parmaklıklı pencere var, manzara beton avlu duvarı.
Gri renk, 50 santime iki metre elbise dolabı var, sınırlı sayıda
kıyafet bulundurabiliyor.
Banyoda küçük bir lavabo, eski bir ayna, alaturka tuvalet var. Duş
var ama, su kısıtlı, günde 50 litre sıcak, 200 litre soğuk su
kullanabiliyor, limiti aşarsa ertesi sabaha kadar suyu
kesiliyor.
Yanlış anlaşılmasın, banyonun kapladığı alan, odanın toplam üç
metreye dört metrelik alanına dahil… Banyo, yatak, masa, dolap,
hepsi bu üç metreye dört metrenin içinde, nerdeyse sadece ayakta
durabiliyorsun, hepsi o.
Bir çatalı, bir kaşığı var, kantinden birkaç tabak ve bardak satın
aldı, keskin olmayan küçük bir meyve bıçağı alabildi, mutfak
malzemesi bu… Kantinden mini buzdolabı ve çaydanlık satın aldı.
Avlu, bir başka beton kutu… 30 metrekare, zemin beton, soluk sarı
duvarlar üç katlı apartman yüksekliğinde… Başını arkaya doğru
tamamen kaldırdığında anca görebiliyor gökyüzünü ama, kafesin
arasından görebiliyor. Beton kutunun tepesi jiletli tellerle
kafeslenmiş vaziyette… Telörgüsüz gökyüzü bile yasak.
Avlu kapısı, sabah 8 sayımından sonra açılıyor, gündüz istediğinde
çıkabiliyor, saat 18’de kapatılıp, üzerine kilitleniyor.
Avlunun en yüksek noktasında kamera var, 24 saat izleniyor, o
kameranın üstünde kuş yuvası vardı, yavru vardı, anne baba sürekli
yiyecek taşıyordu, cıvıl cıvıllardı, anne uçmayı öğretti yavrusuna,
temmuz ayıydı, tel kafesi aşıp, uçup gittiler, bir daha dönmediler,
hayli oyalanıyordu onları seyrederken, gülümsüyordu, artık
yoklar.
Günbatımına, ay’a, yıldızlara, bir avuç toprağa, çiçeğe, yeşile
hasret… Bir ara çayın demini çay tabağına koydu, biber çekirdekleri
ekti, birazcık ot bitti, sayım sırasında gördü gardiyan, alıp çöpe
attı, mevzuata aykırıymış, çay tabağında bir tutam çimen bile
yasak.
Avlunun ışıkları hiç söndürülmüyor, uyumak için yatıyor, avlunun
ışıkları sabaha kadar yüzüne vuruyor, pencereyi gazete veya
herhangi bir şeyle kapatmak yasak… Pencerenin altında kalorifer
peteği var, ısınma sorunu yok.
Sık sık oda araması yapılıyor, aramalara jandarmalar da eşlik
ediyor, içeriye güneş bile zor giriyor arkadaş, ne sokacak odaya,
nasıl sokacak… Mevzuat böyle, didik didik ediliyor, odanın altı
üstüne getiriliyor.
Çamaşırı leğende yıkıyordu, iki ay önce çamaşırhane devreye girdi,
çamaşırları oraya gönderiyor, kurutmak için avluya seriyor.
Öğle yemeğini almıyor, yemiyor, akşam yemeği saat 17’de
dağıtılıyor, alıp koyuyor masaya, saat 19 gibi yiyor, erken
getirildiği için soğuyor, ocak yok, çaydanlığı kaynatıyor, tabağı
üstüne koyuyor, su buharıyla ısıtıyor.
Eskiden bazı haklar varmış, gardiyanlar anlatıyorlarmış, OHAL
nedeniyle hepsi yasaklanmış, hiçbirinden faydalanamıyor, halı
sahada spor yapması, kurslar falan komple yasak.
Normalde ayda bir olması gereken aile açık görüşü, iki ayda bir
yapılıyor, sadece 60 dakika… Görüş salonunda masalar U şeklinde
sıralanmış, aile bireyleri karşısına oturuyor, sarılamıyorlar.
Görüşme salonunun duvarlarında bir deniz manzaralı, bir de orman
manzaralı tablo var. Çalınan hayatlara, yitip giden baharlara
yazlara inat sanki.
Kapalı görüş haftada bir saat, daracık bölmede ailesiyle karşılıklı
oturuyor, arada ses geçirmez cam var, ahizeyle konuşuyorlar.
Görüşlere gidip gelirken odadan her çıkış ve girişte elle üst
araması yapılıyor, odadan herhangi bir şey çıkarması yasak… Bir
ziyaret günü mesela, kızkardeşinin doğumgününe denk geldi, bir
küçücük kağıda not aldı, “canım kardeşim, doğumgününü burada da
kutlamak varmış kaderde, ben iyiyim, umutluyum, sen de iyi ve
umutlu ol, mutlu ol, seni çok seviyorum” diye yazdı, “bunu iletir
misiniz lütfen” dedi, iletmediler, yasak.
Normalde her hafta olması gereken telefonla konuşma hakkı, haftada
bir veriliyor. Sadece iki aile bireyinden birini aramasına izin
veriliyor. Sadece 10 dakika. Süre dolunca “hoşçakal” bile
diyemeden, pat diye kesiliyor.
Cezaevleri de devlet dairesi ya, her iş dilekçeyle yürüyor.
Şikayeti, talebi, ne varsa, mecburen dilekçe yazıyor. Satın
almasına izin verilen kantin ürünleri, haftada bir gün,
çarşambaları getiriliyor.
Hergün 11 gazete alıyor.
Pek televizyon seyretmiyor. Akşam haberlerini, Halk Arenası’nı ve
Güldür Güldür’ü seyrediyor.
Uykuları düzensiz ve sağlıksız maalesef… Kitap okuyarak katlanmaya
çalışıyor. 15 kitap bulundurma hakkı var, okuduklarını emanethaneye
gönderiyor, yenilerine yer açıyor, en çok dünya klasiklerini
okuyor, “edebiyat dünyasına dalmak iyi geliyor tutsağa” diyor.
10 tane aile fotoğrafı bulundurmasına izin veriliyor. Göz
görmeyince belki gönül daha kolay katlanır diye, hiç fotoğraf
almadı yanına.
Duvarında Atatürk posteri var. 30 Ağustos’ta Sözcü gazetesinin
verdiği Atatürk posteri.
Duvarda bir pano yaptı kendine… İlham veren, güç veren, umut veren
sözleri bu panoya astı. Atatürk’ün “umutsuz durum yoktur, umutsuz
insan vardır, ben umudumu asla kaybetmedim” şeklinde sözleri,
panonun en üstünde yeralıyor. Nazım Hikmet’in “içerde on yıl,
onbeş yıl, daha fazlası hatta geçirilmez değil, geçirilir,
kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir” şeklindeki
mısraları var. Ataol Behramoğlu’nun “yıkılma sakın” şiiri var,
kötü şey uzakta olmak, dostlarından, sevdiğin kadından /
yasaklanmak bütün bu yaşantılara, seni tamamlayan, arındıran /
kapatıldığın dört duvar arasında, sağlıklı, genç bir adam
olarak… Ahmed Arif’in “Anadolu” şiiri var, dayan kitap
ile, dayan iş ile, tırnak ile, diş ile / umut ile, sevda ile, düş
ile / dayan rüsva etme beni… Müjdat Gezen’in “ilkelerin
olacak” şiiri var, ilkelerin olacak, seni satın alamayacaklar /
onurunla, kimliğinle, beyninle yaşayacaksın / seni attan, ottan
ayıran özelliğin farkına varacaksın / çünkü sen insansın / ve bunu
yakaladığın gün, bembeyaz yaşayacaksın… Rudyard Kipling
tarafından yazılan Bülent Ecevit tarafından tercüme edilen “eğer”
şiiri var. Uğur Dündar’ın kendisine yazdığı “mektup” var. Hayata
bunlarla tutunuyor.
Burcu’yu çok özlüyor.
Efe aklından çıkmıyor, burnunun direği sızlıyor.