Henüz 17 yaşındaydım, gazeteciliğe yeni başlamıştım, gece muhabiriyim, galiba ağustos sonlarıydı, bunaltıcı sıcaktı, saat 22 sularıydı, polis telsizinden anons geçti, cinayet vardı, fırladım.
Eşrefpaşa canavarı…
İlk imzalı manşetimdi.
Hatta ürpertici fotoğraflarıyla tam sayfa yayınlanmıştı.
Bir kadın, annesi ve iki çocuğu öldürülmüştü.
İki katlı müstakil evin, ikinci katıydı, etraf polis doluydu, tecrübeli muhabirleri içeri almamışlardı, savcı bekleniyordu, savcı geldi, herkes “sayın savcım” filan diyerek saygıyla izin isterken, acemiliğin verdiği hıyartolukla “abi gelebilir miyim” dedim, savcı şöyle ters ters bana baktı, “düş önüme” manasında eliyle işaret etti, merdivenlerden uçarak çıktım, kapıdan girer girmez şakır şakır deklanşöre bastım.
Genç kadın yatak odasında atkıyla boğulmuştu, yatağında sırtüstü uyur gibiydi, atkı boğazında duruyordu, yaşlı kadın oturma odasında halının üzerindeydi, bıçakla gırtlağı kesilmişti, kan gölleşmişti, bıçak ortada yoktu, yedi ve dokuz yaşındaki oğlan çocukları ise, banyoda, küvette, kafalarına piknik tüpüyle vurula vurula katledilmişlerdi, üst üste yatıyorlardı, manzara korkunçtu, çocukların suratı adeta yok olmuştu, et yığınıydı, yaşanan dehşetin kan revanı beyaz fayanslardan süzülmüştü, piknik tüpü koridora fırlatılmıştı.
Büfedeki çerçevede aile fotoğrafı vardı.