Kıbrıs'ta vuruşmuş, gazi olmuş bir astsubayın, kahraman bir
babanın evladıydı. Gölcük'te lojmanda doğmuştu. Liseyi bitirince
Deniz Harp Okulu'na yazıldı. Sevgi'yle tanıştı. Aşık oldu.
Evlendi.
*
Görevi gereği denizde yaşıyordu, sürekli seferdeydi. Bazen aylarca
gelemez, çiçeği burnunda gelin gözyaşları içinde beklerdi. Sadece
asker eşlerinin anlayabileceği, katlanabileceği, çaresiz bir
yalnızlıktı bu… Bebeğini de eşinin yokluğunda dünyaya getirdi.
Kızları oldu.
*
Haberi aldığında denizin ortasındaydı, içi içine sığmadı, kendini
sürekli gülümserken yakalıyordu, demek baba olmak böyle bi
duyguydu. Karaya ayak basar basmaz minik kızını kucağına aldı,
öptü, kokusunu içine çekti, “ismin Tuğçe olsun” dedi. Tuğçe
gülümsedi. Dünyalar babasının oldu. Genç bir çift, güzel bir bebek,
önlerinde pırıl pırıl bir yaşam umudu vardı.
*
Tuğçe her denizci çocuğu gibi, babasına hasret büyüdü. Gölcük'teki
lojmanın penceresinde oturur, yolunu gözlerdi. Seyir dönüşlerinde
ise, bayram havası olurdu. Babasının geleceği sabahı zor ederdi,
bütün gece heyecandan uyuyamazdı. Annesi tertemiz giydirirdi. En
yeni ayakkabı hangisiyse, o ayakkabı seçilirdi. Saat belli olurdu…
O saatte Poyraz Limanı'na koşarlardı. Gemi uzaktan görünürdü ama,
ağır ağır yaklaşır, zaman geçmek bilmezdi. Bembeyaz kıyafetiyle
gemiden inerken gördüğünde… “İşte benim kahramanım geliyor” derdi,
öyle hissederdi. Tören kurallarını, komutanları filan boşverip,
kucağına atlardı.