Mahir saatin kaç olduğunu bilmiyordu.
Çünkü, dört farklı saat vardı.
Kimisi alaturka saat’i kullanıyordu, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevalli saat’i kullanıyordu, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu.
“Saat kaç?” diye sorduğunda, her kafadan farklı ses çıkıyordu.
Aynı zaman diliminde, farklı saatlerde yaşıyorlardı.
Uluslararası saat’e geçildi.
Mahir saatin kaç olduğunu nihayet öğrenebildi.
Mahir hangi ay'da hangi gün'de yaşadığını bilmiyordu.
Çünkü, Hicri ve Rumi takvimler birarada kullanılıyordu, kimisi hicri, kimisi rumi takvim kullanıyordu.
Kimisinin şubat'ı kimisinin aralık'ına denk geliyordu.
Aynı zaman diliminde, farklı aylarda yaşıyorlardı.
Miladi takvim'e geçildi.
Mahir nihayet hangi ay'da hangi gün'de yaşadığını öğrenebildi.
Mahir'in ne uzunluğu dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne ağırlığı dünya standartlarındaydı, Mahir'in bütün ölçüleri ortaçağ'dı.
Dirhem, okka, çeki vardı.
Arşın, kulaç, fersah vardı.
Gram, kilogram, ton geldi.
Santimetre, metre, kilometre geldi.
Kile, şinik, tas yerine litre geldi.
Uluslararası ölçülere geçildi.
Mahir dünyayla aynı boya aynı ağırlığa geldi.
Mahir dünyayla ticaret yapamıyordu.
Çünkü, Arap rakamları kullanıyordu, Latin rakamları kullanan dünyayla entegre olamıyordu, ne anlıyordu, ne anlatabiliyordu.
Uluslararası rakamlara geçildi.
1, 2, 3, 4, 5…
Hem dünyanın ne miktarda sipariş verdiğini Mahir anladı, hem Mahir'in ne miktarda sipariş verdiğini dünya anladı.
Mahir okuma yazma bilmiyordu.
Türkçe, 600 yıl boyunca katledilmişti.
Arapça-Farsça harmanlamasına Osmanlıca denilmişti; karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça'yla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.
Arap alfabesine dinsel anlamlar yükleniyordu.
Arapça yazılmış tüm kitaplara “kutsal” gözüyle bakılıyordu.
Arap alfabesiyle basılmış sıradan evraklar bile, mesela Arapça yazılmış yemek tarifleri bile, İslamiyet'le alakalı zannediliyordu.
Çünkü, halk okuryazar değildi.
En basit dilekçesini, mektubunu bile yazmaktan acizdi.
Arapça yazmayı bilenler “din adamı” olarak algılanıyordu.
İki satır mektup yazabilen “ulema” muamelesi görüyordu.
Tarikatçılar bu kara cehaleti sömürerek, kendileri lehine fırsata dönüştürerek, ahaliyi istedikleri gibi yönlendiriyorlardı.
Türk alfabesine geçildi.
Mustafa Kemal aslında taa 1905'te henüz Şam'dayken alfabeye kafa yormaya başlamıştı. Kurtuluş Savaşı devam ederken, Halide Edip Adıvar'a alfabeyi değiştirmek gerektiğini söylemişti.