Henüz altı yaşındaydı.
Fırtınalı bir gecede Tekirdağ’dan bindikleri gemiyle ailece Çanakkale’ye taşınıyorlardı.
Lumbozlara çarpan dalga sesleri yerini yavaş yavaş martı çığlıklarına bırakırken, babasıyla birlikte güverteye çıktı.
Gözleri pırıl pırıl güneşten kamaşmıştı. Karşı tepede boyalı taşlarla yapılmış, devasa boyutlarda bir asker kabartması ve bir yazı gördü.
“Dur Yolcu…”
Babasına sordu.
Nedir bu?
Babasının boğazı düğümlendi.
“Meçhul asker” dedi.
“Meçhul asker…”
O yaşında anlam verebilmesi elbette mümkün değildi.
Ama, babasının o anki hüzünlü bakışını da ömrü boyunca unutması mümkün olmayacaktı.
Vardılar Çanakkale’ye…
Evlerine yerleştiler.
Minicik, tek katlı, badanalıydı.
Kordondaydı.
Çocukluğu orada geçti.
Babasıyla birlikte siperleri, bataryaları gezdi, birbirine çarpıp kenetlenen mermilere rastlıyorlardı, heykel misali şarapnel parçaları buluyorlardı, ışıl ışıl denizin dibinde hayalet gibi uzanan batık gemi kalıntılarını seyrediyorlardı, meçhul askerlerin yazdığı Çanakkale Destanı’nı adım adım, satır satır ezberliyordu.
Evlerinin hemen yakınında Mister Mellington diye biri oturuyordu. Şehrin en güzel binasıydı. Hizmetkarlar çalışıyordu, lüks makam otomobilleri vardı. İngiliz mezarlıkları müdürüydü.
Mister Mellington’ın tek işi, Çanakkale Savaşı’nda hayatını kaybeden İngiliz ve Anzak askerlerinin mezarları ve anıtlarıyla ilgilenmekti.
Rengarenk çiçeklerle donatılan bu tertemiz mezarlar, ressam fırçasından çıkmış birer tablo kadar güzeldi.
Peki ya bizimkiler?
Yoktu!
Ne şehitlik vardı, ne anıt.
Zaferi biz kazanmıştık ama, anıtı İngilizler dikmişti.
Babasına sık sık bu ihmalin sebebini soruyordu ama… Babası her defasında çaresizce gözlerini kaçırarak “hadi gel seninle evin önünde çipura yakalayalım” diye oyalayıcı cevaplar veriyordu.
★
Uğur Dündar…
Bu duygularla büyüdü.