İran televizyonu, İdlib zirvesini
canlı yayınladı.
Dünyanın kendilerini naklen
dinlediğini ne Putin, ne de Erdoğan biliyordu…
Bu tuhaf uygulamayla İran’ın
niyeti neydi bilinmez ama, hayırlı oldu.
Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan da
aynı cümleyi kurdu.
***
İçeride başka, dışarıda başka
konuşanlardan değiliz çok şükür…
‘Güvenilmez
ülke’ İran, naklen yayını bir tuzak olarak
kurguladıysa bile, oyunu bozuldu.
Ve eğer plan gerçekten bu ise,
sonuç muhteşem zafere dönüştü.
Üç ülke arasında oluşan ittifaka
rağmen, ‘insani çizgi’den asla sapmadığını ve sapmayacağını dünyaya
ilan eden Cumhurbaşkanımız, yüzlerine açık açık şunu
söyledi;
- Masumları öldürmeyin, ateşkesi sağlayın.
***
Kendi çıkarları için bebekleri
bile bombalamaktan çekinmeyenler bunu ne kadar anlar,
bilemeyiz…
Önemli olan haktan ve doğrudan
yana durmak…
Zeytin Dalı
operasyonunda bir tek sivilin dahi burnu
kanamadan bölgeyi teröristlerden temizleyen
kahramanların başkomutanı olarak, Erdoğan’ın verdiği mesaj
anlamlıydı.
“Masumlar öldürülürse bu
oyunun ortağı ve seyircisi
olmayacağız” cümlesini Rusya ve İran iyi
okumalı…
Dikkatler İdlib’e yoğunlaşmışken,
Fırat’ın doğusunda PKK/YPG’yi silahlandırmaya devam eden ABD de
gözden kaçtığını asla zannetmemeli.
Eninde sonunda, burada son sözü
biz söyleyeceğiz çünkü…
********************
Kötüye giden durumlardan
iyiye çıkacak sonuçlar
Yükselen döviz, allak bullak olan
piyasalar, peşi peşine gelen zamlar, Suriye’den aldığımız göç,
bölgedeki yeni karışıklıklar, ülkemize yönelik parmak sallamalar
falan çok canımızı sıkıyorsa da...
Biz bunlara şerbetli milletiz,
endişe etmeyin.
Her şerde bir hayr
vardır…
Önemli olan buralardan dersler
çıkarmak…
Eksiklerimizi, yanlışlarımızı,
kusurlarımızı düzeltmek.
***
Hem devlet, hem toplum
olarak tasarruf etmeyi bırakmıştık
epeydir.
Refah düzeyimiz arttıkça
şımarıklığa kapıldık.
Kazanmadığımız parayı bol
keseden harcamak gibi tuhaf bir hastalığa yakalandık
nasıl olduysa…
İş beğenmedik,
tembelleştik.
5 bin lira
maaşla bile çoban bulamaz duruma düştük
mesela…
Salçanın, turşunun, yoğurdun,
reçelin…
Her şeyin hazırına
alıştık…
İthal edip, yan gelip yatmayı
marifet bildik.
Üretmeden, alın teri dökmeden
para kazanmanın yollarını arar olduk.
İsraf çığ gibi
arttı…
Çalışanlar işinde sebat etmeyi
bıraktı.
Kimse kimsenin hakkını gözetmez
oldu.
Lüks tüketim, bireysel yaşama
isteği tavan yaptı.
***
Her şeyin sahtesi
çoğaldı.
Topluma dini, terbiyeyi
aşılayacak din adamlarının bile…
Ahlaki düzenimiz
çöktü.
Sudan bahanelerle boşanmalar
ayyuka çıktı…
Trafikte
bile lüks arttı ama,
kural, saygı kalktı.
Fırsatını bulup öne geçenler,
bunu hak saydı…
***
Doğrularla yanlışlar yer
değiştirdi sanki…
Zor
durumda dayanışmayı, çaresiz durumlarda el
açıp Yaradan’ımıza sığınmayı hatırlamaz olduk.
Çoluk çoğumuza kendi
değerlerimizi aşılamayı ihmal etmiş olmalıyız ki,
deizm diye bir şeyi konuşmaya başladık...
Toplum ahlakına zerrece önem
vermez hâle geldik.
Güçlünün zayıfı ezdiği, kendi
değerlerinden kopuşun hızlandığı bir sürece girdik.
Hülasa…
Yanlışlarımız, hatalarımız
saymakla bitmez…
Ve belâ, bir topluma durduk yere
gelmez.
Şimdi hem millet olarak, hem de
fert fert nerelerde hata yaptığımızı ve nasıl çözeceğimizi bulma
vaktidir.
******************
Uyanış ve öze
dönüş…
Asırlarca hilafetin bayrağını
taşımış bir milleti Ehl-i sünnet çizgiden uzaklaştırıp bozuk din
adamlarını kullanarak Vehhabilik ve onun uzantısı Selefiliğe, bir
kısmını da Batı hayranlığı kılıfıyla ateizme saptırmak isteyen
İngiliz aklı, en büyük derdimiz.
Şükürler olsun ki burada da
uyanış başladı.
Hele de dinî hayatımızı
zehirleyen FETÖ’nün gerçek yüzü deşifre olduktan
sonra…
Kendi sapkın fikirlerini din diye
pazarlamaya çalışanlara Yeni Şafak yazarı Faruk Beşer çok güzel
cevap vermiş.
Allah razı olsun.
Faruk Beşer, ‘Hadis,
fıkıh ve ilmihâl bilgileri istemeyiz. Bize Kur’ân-ı kerim
yeter’ diyen zevata şöyle sesleniyor;
“Dinin yegâne kaynağı
olarak Kur’ân-ı kerimi kabul etmeyen, Kur’ân-ı kerime aykırı olduğu
hâlde başka kaynaklardan bir bilgiyi ona tercih eden bir tek İslam
âlimi bulamazsınız. Allah’ın dininin yegâne kaynağı yine Allah’tır.
O da onu bize Resulüne gönderdiği vahiy ile bildirmiştir. Allah ona
bu vahyi açıklamasını, duyurmasını, yaşamasını emretmiştir. İşte
onun Kur’ân-ı kerimi yaşayarak açıklamasına Sünnet diyoruz ve
Sünnet olmadan Kur’ân-ı kerimi doğru anlayamayacağımızı biliyor ve
söylüyoruz. Bu sebeple Sünnete de mecazen dinin kaynağı deniyor.
Mecazen diyoruz, çünkü hakikat anlamında dinin yegâne kaynağı
Allah’tır. Hatta bu ikisini doğru anlama çabaları olan icmâ ve
kıyas gibi anlama yöntemlerine de yine mecazen dinin kaynakları
diyoruz. Çünkü onlar Kur’ân-ı kerimi doğru anlamanın yöntemidirler.
Yani kimse 'Kur’ân-ı kerimi bırakalım da başka sözlerle amel
edelim' demiyor.
Bu arkadaşlarımıza,
‘Peki Kur’ân-ı kerim şu konuda ne diyor?’ diye
sorulduğunda size saatlerce konuşuyorlar, akıl yürütüyorlar, delil
bile olmayacak zayıf açıklamalar getiriyorlar. ‘Madem Kur’ân-ı
kerim yetiyordu, bunca açıklamanız, kendinizi yormanız neden?’
diye sorulduğunda da sadra şifa bir cevap veremiyorlar. Mesela
böylelerine, modern muamelelerdeki faizle ilgili bir şey sorsanız…
Diyelim ki, ‘promosyon ya da Forex faiz midir?’ deseniz,
faizdir ya da değildir deyip size faiz âyetlerinin yalan yanlış
açıklamalarını yaparlar. 'Peki, bu söyledikleriniz Kur’ân-ı
kerimde var mıdır?' diye sorsanız kendi açıklamalarını
Kur'ândan sayıp, var diyecekler. Oysa bu açıklamalar İslam bilgi
teorisinin ölçüleriyle içtihat düzeyine dahi çıkamayan muhtemelen
şartlı, ön yargılı, ideolojik, eksik bilgiye dayalı ve subjektif
anlama ve açıklamalardır. Onlar böyle yaparken Kur’ândaki
bilgilerle mi yetinmiş oluyorlar, yoksa o reddettikleri, usulüne
uygun derin ilmî ve amelî çabalar sonucunda ortaya konan
fıkhî mirasın yerine kendi sathi zanlarını mı koymuş
oluyorlar?
Burada şu kadarını
söyleyelim: İlm-i hâl, hâlin ilmi demektir. Yani şu anda ve fiilen
yaşadığınız hayat ve yaptığınız iş ne ise onun İslam’a göre doğru
ve meşru olabilmesi için bilmeniz gereken şeylerdir. İlmihal aynı
zamanda boş şeylerle uğraşmaktansa, şu an için gerekli ve hemen
lazım olan şeyleri bilmek demektir. Demek ki bizim başaramadığımız
şey, ilmihâlimizi bilememektir, yoksa ilmihâle göre hareket etmek
değil. Böyle konuşan arkadaşların yaptıkları şey, koca bir
tarihî birikimi bırakıp onun yerine nevzuhur ulemanın
mesnetsiz zanlarını koymaktan ibarettir. İlmihâllerini bilselerdi
bu hâllerini de bilirlerdi.”
***
Bir alıntıyı da, görüşlerinin
tamamına katılmasam bile, bugünlerde ülkücü kesim arasında
paylaşılan Hasan Gömleksiz’in makalesinden yapayım;
“Yesevi’den, Horasan
erenlerinden, Yunus’tan, Hacı Bektaş’tan, Hacı Bayram’dan
sonra bedevi bir zihniyet çekilmiyor be kardeşim. Türk'ün
bünyesine, Türk'ün dünyasına uygun değil çünkü. Belki kafamızı
karıştıracak, belki bizi biraz uğraştıracaksınız ama, eninde
sonunda bu bünyeden muhakkak atılacaksınız. Tarikatçı olacaksanız
Ahmet Yesevi gibi, Yunus gibi, Hacı Bektaş gibi, Tapduk Emre gibi,
Ahi Evran gibi, Hacı Bayram gibi yerli ve millî olacaksınız,
yabancı değil.”