Otobüs saatini beklerken girdiğimiz bir büfenin sahibi "Yüksel Bey; siz gazetecisiniz, buranın halini mutlaka yazmalısınız.
Çünkü yetkililerden buraya ne gelen var, ne giden.
Burada rezilliğin her türlüsü var. Öyle ki, benim bunları size anlattığımı bilseler bu akşam evime gidemem" dedi.
Gerçekten de otogarın durumu hiç iç açıcı değildi.
Sıradan bir gün olmasına rağmen acayip bir curcuna yaşanıyordu.
Otobüsler, giriş trafiğinin bir türlü çözülememesi yüzünden gecikmeli geliyor, rötarlı kalkıyordu.
Yazıhaneler leş gibi, havasızdı.
Otogara yolcu getiren bazı taksiciler, müşterilerini yazıhanelerin önüne yanaşmak yerine tek şeritli yolun ortasında indirdikleri için trafik sürekli tıkanıyor, insanlar otobüslerine yetişmekte güçlük çekiyorlardı.
Peronlar, bekleme salonları, caddeler leş gibiydi.
Kafe sahibinin şikayetinin ardından etrafıma daha dikkatlice bakmaya başladım.
Yazıhanelerin önünde kurulan derme çatma büfecikler gördüm.
Binlerce lira kira ödeyerek ayakta kalmaya çalışan kafe esnafına "Bunlar yasal mı?" diye sordum, "Hayır değil. Bizim ekmeğimize mani oluyorlar" cevabını aldım. Sonra bir başka 'uyarı' üzerine umumi tuvaletin kapısından içeriye başımı uzattım.
Böyle bir iğrençlik olamaz.
Bırakın kabinlerin oraya kadar gitmeyi, kendimi dışarıya zor attım. İddia ediyorum, bir yetkiliyle beraber içeri girelim, üç dakika sonra kusmadan dışarı çıkabilirse gazeteciliği bırakırım.
Bana şikayette bulunan kafe sahibinin 'Burada her türlü rezillik var' lafı da bana daha önce otogarda polisin yürüttüğü fuhuş ve uyuşturucu operasyonlarını hatırlattı. Anladım ki, harcanan onca fedakarca mesaiye rağmen mesele henüz çözülebilmiş değil.
Keşke İstanbul 15 Temmuz Demokrasi Otogarı'nın sadece ismini değiştirmekle yetinmeyip 'makus talihini' de değiştirebilseydik.
Zira otogarlar, o şehre gelen turiste tokalaşmak üzere uzattığımız elimizdir. Ama hangi turist, o kirli, iğrenç, bakımsız eli tutabilir ki?