Haber, Posta gazetesinin manşetindeydi. Herkesin siyasete odaklandığı, gazete sütunlarının sadece lider çekişmelerinden ibaret kaldığı şu gergin günlerde, bir gazetenin manşetine 'insanlığı' çekmesine sevindim.
Olay, Samsun Atakum'da geçiyordu.
Tramvaydaki genç adam, yağmurlu havada ayakları çıplak halde dolaşmak zorunda kalan Suriyeli çocuğu gördü. Bir an bile tereddüt etmeden, ayağındaki botları ona giydirip sonra ineceği durakta yalınayak tramvaydan indi.
Eğer Emre Enes Köse adındaki bir başka genç bu olayı cep telefonu ile görüntüleyip sosyal medyada paylaşmasaydı, hepimiz için 'yürek detoksu' yerine geçen bu olaydan sadece o tramvaydaki bir avuç insan haberdar olacaktı.
Muhtemelen sizler bu satırları okurken, gazeteciler ve televizyon habercileri o genci bulacak röportaj üzerine röportaj yapacaklar. O iyilik, dalga dalga tüm yurda yayılacak, bahar dalları gibi içimizde tomurcuklanacak, hepimize ağız dolusu bir 'İnsanlık ölmemiş be' çektirecek. Zaten bu dünyayı yaşanılır kılan, aramızdaki gizli iyilik melekleri değil mi? Batıdaki koca koca devletler, Doğu Guta'da katledilen Suriyeli bebelere sırtını dönüp görmezden gelirken, tramvaydaki delikanlının verdiği cevaptan utanırlar mı acaba? Hiç sanmıyorum.
'Gizli İyilik Melekleri' tanımlamasını aslında bir belgeselden ödünç aldım.
National Geographic kanalında her hafta gözlerim buğulanarak izlediğim bir belgeselin adı o. Sonuncusunda, Amerikalı multimilyoner bir işadamı, 15 gün boyunca işini gücünü bırakıp bir orta Afrika ülkesinin medeniyet yüzü görmeyen köyüne gidiyor, önce ilkel barakalarda onlarla yaşıyor, yoklukları, ihtiyaçları tespit ediyor, sonra başta artezyen kuyusu olmak üzere köyü ihya ediyordu.
Bazen bir çift bot, bazen milyon dolarlık yardım... Bir garibanın ayağını yerden kesmek, bir muhtacın yüzünde güller açtırmak ve sonra 'hiçbir şey olmamış gibi' dönüp gitmek... Bundan büyük servet olur mu?