https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac
Geçen hafta sonundan itibaren Münih’ten Zürih'e kadar, Muharrem Kartancı Hocam, Selim Arslan ve Ayşe Akdağ kardeşimle, onun aracıyla ve fedakârlığıyla çok lezzetli, uzun soluklu 6 gün süren bir yolculuk gerçekleştirdik.
Bu yolculuğa katılmayan MTO Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov kardeşim, bazı maddî bilgilerle gitmediği bir ziyareti muhteşem bir dille ve duyarlıkla kaleme aldı. Bugün Basel bölümünü yayınlıyorum, paylaşıyorum sizlerle…
Münih’ten başlayıp Ştutgart’ta derinleşen, Avrupa’nın göbeğinde medeniyetin izini süren bu yolculuk, şimdi Basel’in zarif taşlarına, renksiz gibi görünen ama hikmetle dokunmuş sokaklarına varmıştı. Yusuf Hoca, yanında yol arkadaşı Muharrem Ağabey’le ve birkaç arkadaşla birlikte, sabah erken saatlerde Basel’e giriş yaptığında, şehrin üstüne serilmiş puslu bir huzur vardı. Sanki her şey susmuş, bekliyordu. Kim bilir, belki de beklenen, o iki yolcuydu...
Basel’e doğru ilerlerken Hoca, Münih’te gördüğü bir cami kitabesini hatırlıyordu. Almanca bir ayet: “Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi emreder...” Avrupa’nın bu sözle ne kadar tanıştığını düşünüyordu. Modernliğin kavurduğu şehirlerde hâlâ bir nehir gibi akan bu ayet, adeta insanlığın ruhuna yeniden su vermek ister gibiydi.
Basel’de bir gün: Sessizliğin kitaplara dönüştüğü yer
Karşıda, alçakgönüllü ama vakur bir kitapçı… Vitrininde Almanca, Fransızca, bazen Latince ciltli eserler; araya serpiştirilmiş birkaç Müslüman düşünür ismi: “Ibn Sina”, “Rumi”, “Ghazali”... Yusuf Hoca gülümsedi:
— “Bak Muharrem hocam, Avrupa’da bazen vitrinlerde göreceğin en sahici şey, kitap olur. Cam vitrin, cam kalbin işareti gibidir. İçini gösterir.”
İkili içeri girdiğinde, dükkân sahibi hafif eğilerek selam verdi. “Bonjour, guten Tag…” Ardından sustu. Hoca ve Muharrem Ağabey raflara dağıldı. Hoca, ikinci el kitapların olduğu bölümde bir sandığa eğildi. Tozlu dergiler, jurnal ciltleri… 1912 tarihli bir felsefe dergisi. İçinde bir makale: “Batı Medeniyeti Krizle Yüzleşiyor mu?”
Hoca başını kaldırmadan söylendi:
— “Bak Muharrem hocam, daha o tarihte başlamış bu sorgulama. Ama biz bu sorgulamaya henüz başlamadık bile. Batı, kendini ararken bile kitapla konuşmuş; biz kendimizden kaçarken sadece sloganlarla konuştuk.”
Muharrem Ağabey eliyle ince bir defteri uzattı:
— “Şu deftere bakın Hocam, el yazması. 1950’lerde yazılmış; Doğu mistisizmiyle Batı felsefesini mukayese ediyor.”
Hoca deftere dikkatlice baktı, ardından iç geçirdi:
— “İşte medeniyetin tohumu böyle yerlerde atılır. Kimsenin fark etmediği, ikinci el sandıklarda... Ama ilginç olan, biz kendi medeniyetimizin defterlerini de sanki ikinci el raflara terk etmiş gibiyiz.”
Mimari ve Ruh: Basel’in sessiz konuşması
Kitapçıdan çıktıklarında güneş hafifçe açmıştı. Basel’in o meşhur mimari dengesi, gözün gözü yormadığı bir düzenle karşılıyordu yolcuları. Hoca, yürürken durdu ve bir taş yapının detaylarına baktı:
— “Şu işçilik, şu taşın sabrı… Avrupa mimarisi, modernlikten önce, ruhun bir dışavurumuydu. Bugünse sadece 'tasarım' oldu. Ruhu yitirdi. Ama bu şehirler bize hâlâ bir şey fısıldıyor. Diyor ki: 'Ben de bekliyorum… Sizden bir ruh, bir soluk gelsin yeniden.'”
Muharrem Ağabey durdu, sanki aklından geçen bir düşünceyi usulca dile getirdi:
— “Hocam, bu şehirlerde İslam’a bir kapı açılır mı? Yani sadece göçmen camileri değil, medeniyetin kelimesi, manası girer mi bu taşların arasına?”
Hoca bir süre sustu. Gözleri Ren Nehri’nin ufkuna takılmıştı.
— “Evet, açılır. Ama o kapı, bizim içimizde açılmalı önce. Biz İstanbul’da, Şam’da, Kahire’de bile o kapıyı unuttuk. O kapıyı yeniden hatırlayan biri, burada da açar. Belki bu kitapçıda, belki bu meydanda, belki bu mimarinin çatlaklarında... Yeter ki biz içimize dönelim.”
Zürih’e doğru: Gönül coğrafyasının son durağı
Akşam yaklaşırken, Basel arkasında gölgeler gibi uzanıyordu. Yusuf Hoca, arabanın camından dışarı bakarken, içinden bir dua geçirdi: “Rabbim, bizim sözümüze öz ver, özümüze söz ver.”