Türkiye’de dünya ölçeğinde sinema yapabilmek ve özgün bir film dili geliştirebilmek için üç temel algılama sorununu halletmek gerekiyor.
Birincisi, sinema’nın ne olduğuyla; ikincisi, sinemanın nasıl yapıldığıyla; üçüncüsü de, bizim ne ve nerede olduğumuzla, özgün bir film dili geliştirebilecek sinemayı nasıl yapabileceğimizle ilintili.
MEDENİYET VE SİNEMANIN VAROLUŞSAL SORUNLARI
Birinci “sorun”dan başlayalım: Sinemanın ne olduğunu tam olarak bildiğimizden kuşkuluyum.
Her şeyden önce, sinema, belli bir medeniyet habitus’unun / vasat’ının çocuğu: Modernliğin, Heidegger’in deyişiyle, “insanı, her şeyin ölçüsü ve ölçütü” yapan, “varlığa varoluşsal bir saldırı”nın gerçekleştiği, modern insanı, “demir kafes”e (Weber) veya “modernlik hapishanesi”ne (Foucault) mahkûm eden köklü bir “özgürlük kaybı” ve “anlam krizi” ürettiği “araçsal akıl”ın insanın varlığını bile tehlikeye düşüren antroposantrik / “insan-merkezci” aşırılıklarının ve paradokslarının -düşünceden sanatın bütün alanlarında- tartışılmaya başlandığı çok yönlü bir bunalımlar çağının tam ortasında doğdu sinema.
O yüzden, sinema, çağın imkânlarını ve zaaflarını bütün yönleriyle ifşa eden, çağın zeitgeist’ı olarak nitelendirilecek, bu nedenle de, Deleuze’e, düşünce ve düşünme işini “üstlenen” bir “imkân” olduğunu söyletecek kadar çok katmanlı bir “büyük form”.