https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac
Geçtiğimiz hafta sonu cuma gününden itibaren üç gün süren MTO 2025 Erzincan Akademik Kış Kampı’ndaydık. Önceki senelerde planlamadığımız kış kampı ve meslek grupları kampını böylelikle ilk kez Erzincan’da hayata geçirmiş olduk.
Erzincan Kış Kampı’mızı, “Öğretmenler ve Eğitimin Sorunları Kampı” olarak belirledik. Üç gün boyunca, eğitimimizin sorunlarını oturumlar, komisyonlar ve değerlendirme paneliyle bütün yönleriyle mercek altına aldık. Anaokulundan, üniversiteye kadar aklı, kalbi ve ruhu aynı anda hayata ve harekete geçirecek bir MTO Maarif Modeli’nin eskizlerini çıkardık, ön-çalışmalarını yaptık.
Erzincan Kış Kampımızı, MTO Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey’in akıcı ve leziz kaleminden paylaşmaya devam ediyorum sizlerle.
“İNSANLARIN KALBİNE GİRMEDEN BEYNİNE HÜKMEDEMEZSİNİZ!”
Tam camiye yaklaşmışken karşılaştığımız bir manzara, Erzincan Valimiz Hamza Aydoğdu Bey’in evinde bize söylediği: “Beni burada övüyorlar ama ben sadece insan olmaya çalışıyorum. İnsanların kalbine girmeden, beynine hükmedemezsiniz” cümlesiyle beynimde fırtınalar kopardı.
Bu söz, eğitimin, liderliğin ve sorumluluğun en derin gerçeğini içinde barındırıyordu. Bugüne kadar okuduğumuz kitaplar, duyduğumuz büyük fikirler, üzerine tartıştığımız meseleler hep zihinsel seviyede kalıyordu. Oysa insanı dönüştüren, sadece fikirler değil, o fikirlerin dokunduğu kalplerdi.
MTO talebesi olmak, sadece bilgiyle donanmak değil, bilginin insan ruhuna nasıl dokunacağını bilmekti. Bir konuşma yapmak, bir seminer vermek ya da bir yazı yazmak... Bunlar yetmezdi. Eğer kalbe dokunmuyorsak, zihinleri değiştiremeyiz.
İşte, mesele de tam buradaydı: Bir insanın yükü, sadece bilgiyle hafifletilemezdi. Ancak kalplere girerek, ruhları besleyerek, gerçek bir bağ kurarak bir meselenin taşıyıcısı olunabilirdi.
O an, içimden şu soruyu sordum: Yusuf Kaplan Hocamızın yükünden bir zerre almak, sadece fikirleri yaymak mı, yoksa bu fikirleri bir hayat pratiğine dönüştürmek mi?
Cevabı, camiden önce uğradığımız yerde yaşadıklarımız verdi. Valimiz bizi özellikle Sedef Kasabı’na götürmüştü. Çaylarımız geldiğinde, o anın büyüsünü bozmamak için bir yudum aldım. Ve garip bir şekilde, çayın tadı zemzem gibi geldi. Orada oturan herkesin gözlerinde bir kıvılcım vardı. Sadece bir içecek içmiyorduk, sadece bir muhabbet etmiyorduk. Bir şeyleri paylaşıyorduk. Bir yükü, bir derdi, bir mesuliyeti.
Bu, MTO talebesi olmanın asıl anlamıydı. Akademik birikim, tarih bilinci, derin analizler... Bunlar önemliydi. Ama esas mesele, bu bilgiyi insanlarla nasıl buluşturduğumuzdu. İnsanların kalbine girmeden, zihnine hükmedemeyeceğimizi anlamadan, yola çıkamazdık.
Ve ben, bu yolculuğa çıktığımda, bir tek şey biliyordum: Eğer bu davanın yükünü taşıyacaksam, önce kalplere dokunmayı öğrenmeliydim.
BİR MESELENİN TAŞIYICISI OLMAK…
Erzincan’ın sokakları, tarihin ve medeniyetin fısıltılarıyla doluydu. Camii Kebir’den çıkıp Aziris Otel’e doğru yol alırken, içimde derin bir sızı hisse-diyordum. Bu, hastalığın verdiği bir yorgunluk değildi. Üzerime binen bir yükün ağırlığını ilk kez gerçekten hissediyordum.
MTO talebesi olmak, bir toplantıya katılmak, bir organizasyonu düzenlemek ya da akademik metinler üretmek değildi yalnızca. Bunların hepsi önemliydi ama özünde, “bir meselenin taşıyıcısı olmak” vardı. Taşıyıcı olmak, sadece yürümek değil, omuzundaki yükü hissetmek, ona sahip çıkmak, gerektiğinde bunun uğruna kendini feda edebilmekti.
Akşam yemeğinden sonra Aziris Otel’de toplanan talebe kardeşlerimizle birlikteydik. Burası, bir toplantı salonundan çok, bir ruh inşa mekânı gibiydi. “Tanışma toplantısı” olarak adlandırılmıştı ama bu, sadece birbirimize isimlerimizi söylemekten ibaret değildi. Asıl mesele, kimin kim olduğunu anlamak değil, kim için ve ne için burada olduğumuzu idrak etmekti.
Toplantının en anlamlı anlarından biri, alkıştan hiç hazzetmeyen Yusuf Kaplan Hocamızın özel olarak gayret gösteren talebe kardeşlerimizi alkışlatmasıydı. Bu, basit bir teşekkür değildi. Burada bir emek, çaba, omuz verme hali vardı. “Yük almak ne demektir?” sorusunun en somut cevabıydı bu.
Orada bulunan herkesin gözlerinde bir umut, bir azim, bir dava vardı. Ve ben o an fark ettim: Biz bu yükü gerçekten sırtlanmalıyız. Çünkü bu yükü taşımaya gönüllü olmazsak, bu çağın en büyük boşluğunu kim dolduracak? Kim yeni nesillere ruhu, ideali, ahlâkı, özgüveni ve tevazuyu öğretecek?
O an zihnimde dönüp duran bir metafor vardı: Bir kandil taşıyıcısı olmak. Bir elden diğerine devredilen, geceyi yaran, karanlığı delen bir ışık… Kimi zaman rüzgârda sönme tehlikesi geçiren, kimi zaman bir nefesle harlanan bir ışık… MTO talebesi olmak, işte tam olarak buydu: O ışığı söndürmemek, onu bir sonraki nesle ulaştırmak.
Çünkü eğer bir nesil, ruhunu, idealini ve ahlâkını kaybederse, sadece bireyler değil, toplumun bütünü çöker. Ve bizim burada bulunma sebebimiz, bu çöküşe dur demekti.
Uyumak için odama çekildiğimde saat 02.00’i gösteriyordu. Günün yorgunluğu, vücudumdaki hastalıkla birleşmişti ama içimde tarif edemediğim bir enerji vardı. Uyumadan önce tek bir şey düşündüm:
“Bu yükü taşımak için ne yapabilirim? Yusuf Kaplan Hocamızın yükünden bir zerre alabilmek için daha ne yapmalıyım?”
Çünkü bu sadece bir kişinin omzunda taşıyabileceği bir yük değildi. Bu, bir neslin omuzlaması gereken bir davaydı.
İNANMAK VE ADANMAK: BİR RUH İNŞASI VE VAROLUŞ MESELESİ OLARAK EĞİTİM
Şimdi soru şuydu: Yola gerçekten çıkmaya hazır mıydım?
Saat sabaha karşı 05.00’i gösteriyor, gözlerim tavana dikili. Hastalık, yorgunluk ve uykusuzluk bedenimi zorluyor ama zihnimde yankılanan soruların ağırlığı bundan çok daha büyük. Bir meseleye inanmak kolaydı, ama ona adanmak bambaşka bir şeydi.