Peygamberimiz, medeniyet kurmamıştı; ama din de kurmamıştı.
Din'in önce “mekke süreci”nde hayat bulmasına, sonra da “medine
süreci”nde hayat olmasına aracılık etmişti.
Peygamberimiz, zaten, bilfiil, “mekke süreci”ni de, “medine
süreci”ni de hayata geçirmişti; medeniyet sürecinin ise temellerini
atmıştı: Peygamberî çağrı, sadece peygamber çağına hasredilmemişti;
bütün çağlara ve bütün insanlara hitap ediyordu.
Unutmayalım: Din, medîne ve medeniyet sözcükleri etimolojik olarak
da, semantik olarak da, tarihî olarak da aynı anlam dünyasına ait
sözcüklerdir. Bize yüklenen teklif, din''i hayata geçirmek.
Medeniyet yok olduğu için, din, şu ân''da “Mekke”sinden de,
“Medîne”sinden de yoksun.
BÜTÜN İNSANLIĞA HİTAP
Bu konu, çok önemli bir konu. Eğer, medeniyet süreci işletilemezse,
hayata geçirilemezse, din varolamaz; varolsa bile varlığını
koruyamaz ve diğer varlıklara hem ulaşamaz, hem de hayat
sunamaz.
Başka türlü söylemem gerekirse... Aslolan şey, bizim müslümanca
yaşayabilmemiz ve varolabilmemizdir. Kur''ân'ın, ilâhî çağrı''nın
atlanan bir boyutu var: İlâhî çağrı, bütün insanlığa ve bütün
varlıklara hitap eder. Eğer biz de, müslümanlar olarak, tek bir
müslüman şahsiyet olarak bile, diğer bütün varlıkları ve bütün
insanları, yani özetle içinde yaşadığımız dünyayı ihata edecek
şekilde Kur''ân''ı anlama çabasını ıskalarsak, Kur'ân'ı
anlayalamayız. Başka bir ifadeyle, Kur'ân'ın sadece müslümanlara
hitap ettiğini düşünerek hareket edersek, Kur'ân'ı anlamakta
zorlanırız.