Büyük romancımız Tarık Buğra’nın 100. doğum yıldönümünü idrak ediyoruz.
“İdrak ediyoruz”, dediğime bakmayın; idrak edemiyoruz aslında!
Bir Tarık Buğra’nın sanatına; sanat ve fikir hayatına; edebiyatımıza, romanımıza, dilimize yaptığı çığır açıcı katkıya bakıyorum...
Bir çektiği çilelere, sanatsal iktidar tarafından nasıl aforoz edildiğine, yaşarken nasıl mevtâ muamelesi gördüğüne, nasıl ademe mahkûm edildiğine bakıyorum...
Bir de, 100. doğum yılında bile, sanki üzerimize ölü toprağı serpilmişçesine; sanki böyle bir edebiyat, sanat, düşünce ve dil ustası bu ülkede yaşamamış gibi; bizim için, bu ülkenin kültürü, sanatı, geleceği için dalgakıranlar gibi savaşmış; onca itilip-kakılmaya, yok sayılmaya aldırmadan romanda, tiyatroda, hikâyede, denemede çığır açacak bir külliyat ortaya koymak için, bu toplumun yok edilen, kurutulan ruhköklerini yazdığı bütün metinlerde yeniden diriltmek için ter dökmüş, kafa patlatmış, sanat, edebiyat ve kültür hayatımızı istilâ eden yerli sömürgecilerin bütün saldırılarına, yıkımlarına neredeyse tek kişilik ordu gibi direnmiş, aslâ teslim bayrağı çekmemiş, aslâ yılmamış, aslâ yıkılmamış, aslâ yalpalamamış, bir kaç kuşağı beslemiş, gelecek kuşaklara kalacak, ön açacak kalitede eserler vermiş Tarık Buğra’yı, bir sanat, edebiyat öncüsünü, yüzüncü doğum yılında bir kez daha ademe mahkûm ettiğimizi görüyor ve kahroluyorum!
TARIK BUĞRA DİYE BİR USTA YAŞAMADI BU ÜLKEDE, DEĞİL Mİ?!