https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac
Bu yıl, MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) olarak Erzincan'da Öğretmenler ve Eğitimin Sorunları başlıklı dolu dolu geçen, ortaya konulan fikirlere ilgililerin kayıtsız kalamayacağı, akademik olarak verimli ve doyurucu bir kış kampı düzenledik.
MTO Erzincan Kış Kampı'mızı, sunulan makaleleri ve yapılan eleştiri ve önerileri MTO Bursa temsilcimiz Nuri Gür Bey'in olgunlaşan kalemiyle sunuyorum sizlere…
DEHA: TOPLUMU DÖNÜŞTÜREN YOLCULUK…
Erzincan'da sabah, caminin soğuk taşları üzerine inen ilk adımla başladı. Camii Kebir’in kubbesine dolan dualar, minarelerin en yüksek noktasından yankılanarak, tarihin derin hafızasında yerini alıyordu. Sabah namazının ardından, Yusuf Kaplan Hocamızın sesi mekânın manevi dokusuyla birleştiğinde, kelimeler bir zihnin kıvrımları içinde yankılanan hakikatlere dönüştü.
“Deha, sadece kendi yolunu açan değil, başkalarına da yol gösterendir” diyordu hocamız. Medeniyetlerin, sıradanlık içinde oluşmadığını, büyük ruhlar ve taşıyıcı kuşaklarla var olduğunu anlatıyordu. “Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil, büyük adamların nefesiyle şekillenir” derken, gözlerimizin önüne bir yürüyüş haritası koyuyordu. Biz, tarihte süt emmiş nesiller miydik, yoksa tüketici ve edilgen bir kalabalık mı?
Sohbetin hemen ardından, Erzincan Valimiz Hamza Aydoğdu Bey’in davetine icabet ettik ve cemaatle birlikte yakındaki Türkiye’m Çay Evi’ne geçtik. Simidin susamı, çayın dumanı, sohbetin sıcaklığı içinde kaybolmuştu. Belki de bu an, birçoğumuz için unutulmaz bir tecrübe olarak zihinlerimize kazınıyordu. Bu anlar, eğitimin kâğıttan, sıralardan, kalıplaşmış müfredatlardan ibaret olmadığını; hakîkî eğitimin, ruha dokunan, karakter inşa eden ve insanı insan yapan bir süreç olduğunu bize hatırlatıyordu.
EĞİTİMİN TEMELİ: İNSANIN VERİLEN DEĞERDE GİZLİ
Eğitimin merkezine insanı koymayan sistemler, yalnızca ruhsuz makinalar üretir. Oysa eğitim, insanı yalnızca bilgiyle değil, merhamet, şuur ve irfanla yoğurmalıydı. Değerli Valimiz Hamza Aydoğdu Bey’in açılış dersinde vurguladığı gibi, disiplin olmadan eğitim başarılı olamaz'dı. Ancak bu disiplin, sadece zorluklara göğüs germek değil, kişinin kendi varlığını keşfetme yolculuğunda bir rehber olmalıydı.
“Öğrenciye değer vermek, ona insan olduğunu hissettirmektir” diyordu Aydoğdu Bey. “Eğer bir öğrenci, öğretmeni tarafından değerli olduğunu hissederse, öğrenmeye açılır.” Peki, biz kaç nesildir çocuklarımıza değerli olduklarını hissettirmeyi ihmal ediyorduk? Eğitim, bir kişilik inşasıysa, bu inşanın harcı neyle yoğrulmalıydı?
Sohbetlerin, tartışmaların ve konuşmaların ötesinde, zihnimize kazınan şu soru vardı: Eğitimi, ruhsuz bir sistem olmaktan çıkarıp, insan-merkezli bir inşa sürecine nasıl dönüştürebiliriz?
MEDENİYETLERİN ÜÇ SÜTUNU
Eğitim bir yolculuktu ve bu yolculuğun haritasını çizenler, taşıyıcı kuşaklardı. Yusuf Kaplan Hocamızın sabah sohbetinde de bahsettiği gibi, bir medeniyetin inşasında üç temel sütun vardı: Kurucu, Konumlandırıcı ve Koruyucu Sütunlar. Bu sütunlar olmadan, bir toplumun varlığını sürdürebilmesi mümkün değildi. Peki, biz bugün hangi sütunun neresindeydik?
Kurucu Sütun, bir toplumun ruhunu ve kimliğini inşa eden düşünce insanlarını, büyük fikir adamlarını ifade ediyordu.
Konumlandırıcı Sütun, kurulan bu yapının dünyadaki yerini belirleyen stratejik aklı, yönlendirici fikirleri içeriyordu.
Koruyucu Sütun ise, bu kimliği muhafaza eden, ona sahip çıkan, hayat hâline getiren ve devam ettiren nesillerden oluşuyordu. Bugün eğitim sistemimizin en büyük krizi, bu üç sütunun birbirinden kopuk hale gelmesiydi.
ZİHİN VE UFUK AÇICI EĞİTİM MAKALELERİ VE SUNUMLARI
Mehmet Varıcı Bey’in sunumunda bahsettiği, modern eğitim sistemleri bireyi belirli kalıplara sıkıştırarak tahayyül ve muhakeme gücünü zayıflatıyordu. Zorunlu eğitim, istatistik odaklı yaklaşımlar ve aşırı aile müdahaleleri, bireyin özgün düşünme yetisini köreltiyor; onu bir yarış pistinde nefes nefese koşan ama yolun nereye gittiğini bilmeyen bir maraton koşucusuna çeviriyordu. Oysa eğitim, bir koşu yarışı değil, bir keşif yolculuğuydu.
Şule Kula Akkoç Hanımefendi’nin Aristoteles’in peripatetik (yürüyerek öğretme) yönteminden bahsetmesi, eğitimin klasik ve doğal yönüne dair önemli bir hatırlatmaydı. Bilgi, sabit bir ortamda değil, hareket halinde, keşif içinde öğrenildiğinde kalıcı olurdu. Oysa bugünkü eğitim anlayışı, öğrenciyi sadece sınavlara odaklanmış, ezberci ve mekanik bireylere dönüştürüyordu.
Öğrencilerimiz, üniversiteye bir hedef olarak bakıyor ama hangi bölüme girdiklerini, gerçekten ne öğrenmek istediklerini çoğu zaman bilmiyorlardı. Öğrenmek, bir ruh haliydi; sadece bilmek değil, içselleştirmekti.
Mehmet Adıgüzel Kentmen Bey’in sunduğu gibi, modern eğitim bireyi sadece ekonomik üretim aracına dönüştürmekte ve toplumu kimliksizleştirmekteydi. Eğitim yalnızca bilgi aktarmaktan ibaret değildi; o, insanın kendi ruhunu tanımasını sağlayan bir arayış süreciydi.
Feyza Öksüz Hanımefendi’nin sunduğu fikirler eğitimde yeni bir pencere açıyordu: Eğitim sadece aklın değil, kalbin ve ruhun da eğitimi olmalıydı. Oysa günümüz sistemi, bireyi sadece aklıyla değerlendiren, sınav sonuçlarına göre sıralayan, kalbini ve ruhunu ise tamamen görmezden gelen bir anlayış üzerine kuruluydu. Oysa insan, sadece rasyonel bir varlık değildi; duygu, sezgi ve irfanla yoğrulmuş bir bütündü.
Eğer bir toplum, kendi eğitim sistemini sadece Batı’nın mekanikleşmiş ve bireyi ekonomik birim haline getiren modeliyle şekillendirirse, kimlik erozyonuna uğraması kaçınılmazdı. Eğitimi, köklerinden koparmadan, ruhunu kaybetmeden ve insan merkezli bir formata taşımak zorundaydık.
Bu noktada şu soruyla baş başa kalıyorduk: Bizler, bilgiyi gerçekten öğreniyor muyduk, yoksa sadece tüketiyor muyduk?
Eğitimin insanı şekillendiren bir süreç olduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda, bizi şekillendiren bilgi mi, yoksa bilgiyi nasıl aldığımız mıydı? Eyüp Can Ekinci Bey’in uzaktan bağlantı ile yaptığı sunumda bahsettiği gibi, Osmanlı eğitim sisteminde medrese ve mektep ayrımı, itikadi bir zafiyete yol açmıştı. Bir yanda yalnızca dini ilimlerin okutulduğu medreseler, diğer yanda sadece pozitif bilimlerin öğretildiği mektepler… Peki, insan yalnızca bilimle mi yaşardı, yoksa ruhu da beslenmeye muhtaç mıydı?
Bu ayrım, modern eğitim sistemlerinde hâlâ devam eden en büyük krizlerden biriydi. Maddî ve manevî ilimler birlikte verilmedikçe, eğitim yalnızca eksik kalmıyor, aynı zamanda insanın iç dünyasında bir çatışmaya da sebep oluyordu. Batı odaklı bilim, doğayı ve maddeyi incelerken “nasıl” sorusuna cevap veriyordu; ancak “niçin” sorusunu göz ardı ediyordu. Oysa insan yalnızca nasıl yaşaması gerektiğini değil, niçin yaşadığını da bilmeliydi.
Bu noktada, Vuqar Azizov Bey’in Azerbaycan’dan yaptığı sunum, modern eğitim sisteminin kapitalist düzenin bir parçası haline geldiğini vurguluyordu. Eğitim, artık insanı özgün düşünce ve hakikate ulaşmaktan uzaklaştıran, onu belli kalıplara hapseden bir fabrika sistemine dönüşmüştü. Bir çocuk okula başladığında hayalleri, tutkuları ve soruları vardı. Ama eğitim sürecinin sonunda çoğu çocuk, sadece sınavlara hazırlanmak ve bir meslek sahibi olmak dışında bir amacı olmayan bireylere dönüşüyordu. Oysa eğitim, insanı ruhen büyüten, onu hakikate taşıyan bir süreç olmalıydı.
Mevlana’nın pergel metaforunu hatırlamak yerinde olur. Bir ayağını kendi değerlerine sabitleyen, diğer ayağıyla dünyayı dolaşan bireyler yetiştirmek… Bugün modern eğitim, bireyin kendine dair olan o “sabite” noktasını kaybetmesine neden oluyordu. Hocamızın sabah sohbetinde de söylediği “kendi içinde bir dünya inşa edemeyen, dışında da bir dünya inşa edemez”di.