Evin yıkılmış. Nasıl olmuşsa sen sağ kalmışsın. Ne yapayım öyle sağ kalmayı? Karım, çocuklarım enkazın altında?
12 Kasım’daki (1999) depremin hemen ardından rahmetli babacığımla (Babamın rahmette olduğuna eminim, ama dilim hala alışmadı babamı anarken ‘rahmetli’ demeye) Kaynaşlı’ya gitmiştik.
Babam o gün akşama kadar cenaze namazı kıldırdı. Ben de babama uydum. Er kişi niyetine, hatun kişi niyetine. Biri gidiyor, biri geliyor.
Ölüm, ucuzluyor. Ölüm yaklaşıyor herkese, dokunuyor. Ölüm, alıyor herkesi. Sakin kendi halinde bir mahallede bir amcanın, bir teyzenin ölmesi, anılarının anlatılması, dostlarının üzülmesi, insanların sakin sakin “İyi biliriz” diye tezkiye etmesi, “Helal olsun” diyerek helalleşmesi gibi değil. Ölümün mebzul olduğu fiyatının hiç olduğu bir can pazarı bu. Bir mevtanın namazını kıldık, kabre koyduk. Bir delikanlı dikildi kabrin başına. Perişan. Belki o da enkazdan çıkmış. Arkadaşı her halde, ya da kardeşi. Sesi kulaklarımda, sokakta karşılaşmışlar da konuşuyorlarmış gibi “Ahmet” dedi, “Şimdi ben senin yattığın yerde yatsaydım, sen benim yerimde olsaydın, daha iyi olmaz mıydı?”
Öyle bir sağ kalmak.
Nasıl olmuşsa kendini enkazdan...