Bu üçüncü mü, dördüncü mü? Başlıyorum yazmaya, yazı yürüyüp gidiyor, iki üç paragraf sonra, bakıyorum, bambaşka bir yerdeyim.
Yazıyı zapt edemiyorum.
Yazacağım da, ‘ab-ı hayat’ terkibi değil. Fakat işte, bir yerden başlasın, makul bir yerde de bitsin istiyor insan.
Bütün bunlar, Ramazan-ı Şerif’in güzelliğinden oluyor.
Ama bu kez muvaffak olacağım.
‘Başarmak’ yerine ‘muvaffak olmak’ı tercih ederek ilk işareti vermiş oldum.
Bunu, kelime asabiyetim sebebiyle değil, kontrolün bende olduğuna kendimi ikna etmek için yaptım.
Yoksa, ‘başarmak’ da ‘muvaffak olmak’ da güzel.
Yine yoldan çıktım!
Şimdi anladınız mı, kontrolün bende olmadığını?
***
Bugün niyetim Necip Fazıl’a devam etmek. Geçen hafta eksik bıraktıklarımı tamamlamak.
Fakat Ramazan mahmurluğu ikide bir yolumu kesiyor. Artık, eksikleriyle birlikte kabul edilsin.
***
Necip Fazıl’ın adı anılınca muhtelif karın ağrıları başlıyor.
Yok efendim ‘ego’suymuş, ‘para’sıymış... Başka şeyler de var.
Doğru, egosu vardı. Herkesinkinden biraz daha belirgin.
Üstad’ın ‘ego’suna takılanlara bakıyorum da çoğunun ‘ego’su kendi ‘cirm’iyle gayrı mütenasip.
Yani, ‘santimetrekare’lerine düşen ego miktarı, Üstad’ınkinden daha fazla.
***
Bir gün Ragıp Abi (Mehmet Ragıp Karcı) Üstad’ın karlı, fırtınalı bir günde düşe kalka, yer yer sürünerek, Abdülhakim Arvasi’nin kabrine ulaşmaya çalıştığını anlattı.