Önceki sabah televizyonda seyredecek bir şey arıyorum.
Tartışma programlarını sevmem. Adamların birbiriyle münakaşasını seyredeceğime gider kendi arkadaşlarımla konuşurum.
Fetva programlarını eğer programı yapan hocanın konuşmasında ilim lezzeti varsa seyredebilirim.
Maalesef çoğu repertuarı fakir türkücüler gibi üç beş mevzuun içine sığ dalışlar yapmaktan, bazısı da kendi sosyetesine şirin gülücükler atmaktan ileri geçemiyor.
Belgesel… Kafama göre bulursam.
Boyuna hayvanların birbirini yemesini gösteren belgesellerden gına geldi. Anladık. Büyük balık küçük balığı yutuyor, aslan zürafayı, kurt geyiği yiyor. İbret de aldık. Yeter.
Zaten insanlar aleminde aynı film dönüp duruyor!
İyi film olursa, vaktim de müsaitse seyredebilirim.
Kitap okumayı hepsine tercih ederim.
Sadece kitap okumak, okuma eylemi sayılır. Gazete okumak, internette, şurada burada mesaj okumak mesleki açıdan anlamlıdır. Yoksa malayanidir.
Ararken bir filme rast geldim. 15-20 dakika seyrettim. Erkek oyuncuyu hatırlıyorum. Mell Gibson.
Bir derdi var.
İnsanların içinden geçenleri sanki sesli söylemişler gibi işitiyor.
Haydaa! Büyük dert.
Fakat vaziyeti idare ediyor. En azından filmin seyrettiğim kısmında…
İnsanların içi, içlerinde kalsın. Bana ne filanın benim hakkımda ne düşündüğünden.
Ben, bir başkasının düşüncesine sadece ihtiyari olarak beyan ettiğinde muttali olmak isterim.