Kalabalığın arasında veya ıssızken, şehrin sokaklarında yürüdü bu adam.
Çarşılarında dolaştı. İşportacısıyla, esnafıyla, şoförüyle, hamalıyla haşır neşir oldu.
Kahvelerinde oturdu. Batakhanesini, kumarhanesini, mahpushanesini dibine kadar tecrübe etti.
Agorasında, meydanlarında, camilerinde, kabristanında her yerinde hakkını vererek var oldu.
Sosyetesini, fukarasını, çelebisini berduşunu, üçkağıtçısını, delisini evliyasını, hepsini iliklerine kadar tanıdı.
Bunların hepsi Üstad’ın şiirine, iğreti unsurlar olarak değil, iliştirilmiş nesleler, olgular olarak değil... Hayatta nasıl varsalar, gerçekte nasıl varsalar öylece girdi. (Tabii ki şiire girince şiir oldular. Bir başka ‘mevcudiyet’ kazandılar.)
Çok yazan olmuştur ama yeri gelince benim de yazmam lazım.
Necip Fazıl şiiri, Türkçe’nin en şehirli şiiridir.
Muhasebe şiirini hatırlar mısınız? Mahsus böyle bir şiiri misal veriyorum.
Gençleri, varlık muhasebesine çağıran bir şiir.
***
O şiirde bile, nasıl şehir var, şehrin halleri var?
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı alem
Üst kat: elinde tesbih ağlıyor babaannem
Orta kat: (mavs) oynayan annem ve aşıkları
Alt kat: Kız kardeşimin tamtamda çığlıkları.
Aynı şiirden başka mısralar:
Fikrin ne fahişesi oldum ne zamparası!
Bir vicdanın bilemem kaçtır hava parası?
Necip Fazıl’ın ayak seslerini işitiyor musunuz?
Evet, üstadın şiiri eşliğinde her birimizin kendi hayatlarımızda ayrı ayrı tecrübe ettiğimiz ‘Kaldırımlar’dan bahsediyorum.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır
Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi