İlk yakalandığım adam Necip Fazıl’dır. Ne demek bu? Açmam lazım.
Doğru, evimizden aldığımız bir terbiye vardı. Biz, yoksul, kimsesiz insanlardık. Gurbetteydik.
‘Beş kuruş’u annemizden harçlık diye alabiliyorduk. Eğer varsa. Çünkü çoğu zaman ‘paramız yok’tu.
Beş kuruşa birazcık dut kurusu veriyordu Kenan Bakkal.
Karamela da, bir tanesi beş kuruşaydı.
Keçiboynuzu, beş kuruşa birden fazla alınabilirdi.
Beş kuruşluk dondurma yoktu. Macun da yoktu.
Ama çok ısrar ederseniz, dondurmacı külahın kenarına azıcık dondurma sürerdi.
Ya da macuncu, çubuğun ucuna birkaç gram macun sarardı.
Babam müezzin ve aynı zamanda İmam-Hatip’te talebe. Biz, Ayşenur’la ikimiz, iki kardeşiz. Babamın maaşı 180 lira civarında. Babam hayretle, ‘Elli lira bir hafta yetmiyor yahu’ diyor bazen.
İstanbul’un ortasındayız.
Babam güzel Kur’an okuyor. Güzel ezan okuyor. Mikrofon yok Davutpaşa Camii’nin minaresinde. Ama ezanı işitebiliyoruz.
***
Annem, ‘bismillah’ı öğretiyor bize. Sübhanekeyi, Tahiyyat’ı. Babam talim ettiriyor.
İşte, Nurettin Topçu’nun kitabı evimize giriyor. İslam Mecmuası diye bir şey de hatırlıyorum. Bir de Tohum. Fıkıh, ilmihal, hepsi var.
Yani, bir açıdan bakıldığında, ihtiyacımız yok birisine ‘yakalanma’ya.
Ara sıra bakmaktan hoşlandığım Büyük Doğu cildi... Kocaman. Allah bilir bir senelik Büyük Doğu’nun hepsi.
Şimdi ayrımına varabiliyorum. Bir ‘estetik’ var orada. Bir ‘klas’ var. Daha doğrusu, Nuri Pakdil’in tabiriyle ‘klas duruş.’
Üstadın, derginin kıyısına köşesine sıkıştırdığı küçücük cümlelerin bile bir standardı var.
Bir de olağanüstü özgüveni.
Herhalde bunlar, çocuklukta, yer etti zihnimde.