Bizim memlekette su değirmenleri çoktu. Her derede üç-dört tane olurdu.
Şimdi yine var. Fakat işlemiyorlar.
Duyduğuma göre, istersen, randevuyla gidip mısır öğütebiliyormuşsun.
Yoğunluktan değil. Gebiççi günaşırı bir kişi darı öğütecek diye nasıl beklesin sabahtan akşama kadar.
Halbuki, eskiden değirmende sıra olurdu. Bazen sıra münakaşası olurdu.
Şimdi marketlerin servis arabaları ekmekleri köylülerin kapısına asıyor. Ne unla uğraşıyor köylüler ne ekmek pişirmekle.
(Şair arkadaşım, hemşehrim Yaşar Bedri (Özdemir) bir belgeselini yapmıştı değirmenlerin ama, piyasadaki ‘al gülüm-ver gülüm’ çarkına girmeye muvaffak olamayınca öyle kaldı belgesel.)
Nereden icap etti değirmen?
Yine tuhaf bir çağrışımlar silsilesi.
Bizim memleketten bir adam Çanakkale tarafına gitmiş.
Dağın başında bir yel değirmeni görmüş. Önünde koskoca bir pervane var.
Sormuş birisine, “Nedir bu acayip şey?”
Demiş ki adam, “Efendi, bu değirmendir.”
“Nasıl değirmen? Nereden geliyor bu değirmenin suyu?”
“Suya lüzum yok. Bu yel değirmeni.”
“Tamam da, suyu nereden geliyor?”
“Anlatamadım galiba... Rüzgarla çalışıyor. Suya lüzum yok.”
“Ben anlatamadım galiba. Bak kardeşim bu değirmen değil mi?”
“Evet, değirmen.”
“Hah, değirmen. Peki bunun suyu nereden geliyor?”
Hikaye bu kadar.