Ölü doğmuş bir yazarın ardından...
Neredeyse köşesini bıraktıktan on gün sonra duyduk... Bilmem kaç yıldır çalıştığı gazeteden “ayrılmış” ya...
Neredeyse köşesini bıraktıktan on gün sonra duyduk... Bilmem kaç yıldır çalıştığı gazeteden “ayrılmış” ya da “gönderilmiş...”
Duymuyoruz.
Çünkü okumuyoruz.
Çünkü varlığından haberdar değiliz.
Çünkü “Ne yazmış, bir bakalım...” demiyoruz ve haddizatında bunu (yazdıklarıyla) kendisi de dedirtmiyor.
Hayır, yeteneksiz bir adam değil.
Birçok dergi çıkarmış, birçok gazetenin doğuşuna öncülük etmiş. Mesleğin önde gelen isimlerinden biri ve “teknik becerileri” bilindiği için aranan bir “personel...”
Peki, bu “yetenekli” ve “aranan” personel, gazetesiyle ilişkisi kesildiği halde niçin insanların gündemine girmedi? Yokluğu niçin meslektaşlarının dikkatini çekmedi? Niçin muarızları durumdan haberdar olmadı?
İşte itiraf ediyorum... Bir “muarızı” olarak yokluğunu on gün sonra (belki de on beş gün sonra) öğrenebildim.
Bu vesileyle, bir şeyi daha öğrendim yahut anladım: Gazeteleri okurken, onun bulunduğu sayfaya hiç bakmıyormuşum. İnternette gezinirken de öyle... “Yazarlar” bölümüne girip, sadece okumak istediğim yazarlara tıklıyormuşum. Bunu görmüyormuşum bile.
Demek ki aylardır, yıllardır okumuyormuşum.
Ki, yokluğunu da, bilmem ne dergisine verdiği bir röportajdan öğrendim. Röportajda, gazeteden ayrılışının yahut gönderilişinin öyküsünü anlatıyordu...
Meğer “iktidar sahipleri” bunun yazılarından çok rahatsızlarmış. Hangi yazısını okudular da rahatsız oldular, doğrusu çok merak ediyorum. Ya da okuduklarından ne anladılar?
İktidar sahiplerini çok rahatsız eden yazılar yazdığı için, patronundan, “Bir süre yazmayayım” diye izin istemiş. Yazmamış. Dönüşte de, aşk-meşk, çiçek-böcek yazıları yazmış. Durumu bir süre böyle idare etmiş.
Üzgünmüş tabii...
Patronunu üzdüğü için, daha çok üzgünmüş...
Derken, gazetede patron değişmiş. Durumu bildiği için yeni gelenlere yayın yönetmeni aracılığıyla haber göndermiş: “İzinleri olursa, ay sonunda ayrılayım” demiş. Yeni gelenler, “Hayır, ay sonunu beklemesine gerek yok. Hemen ayrılsın!” demişler.
Böylece ayrılış gerçekleşmiş.
Bundan sonra ne mi yapacakmış? Elbette bildiği işi yapacakmış, gazete ve dergi çıkaracakmış.
Eh, bize düşen “hayırlı olsun” demek.
Hayırlı olsun... Teknik becerilerini konuşturarak yeni gazete ve dergilerin çıkmasına öncülük etsin, kimsenin okumadığı yazılarını orada sürdürsün. Memlekete de hayırlı olsun...
Maksadım, sonradan haberdar olduğum bir olayı sündürmek ve üzerinde tepinmek değil.
İki şey söyleyip kapatacağım:
İsmini özenle gizlediğim ve varlığından kimselerin haberdar olmadığı bu yazarla, bir dönem “muarız” ilişkisi kurmuştum. Daha doğrusu, “yazarlığını” ciddiye alarak polemik girişiminde bulunmuştum. Kendisini savunmaktan aciz bir yazar olduğunu nereden bilebilirdim. Elinde kalemi vardı ve ülkenin en etkin, en çok satan gazetesinde yazıyordu. Cevap vermek yerine mahkemeye koştu. Bugün olsa “Burada hakaret olduğuna nasıl vehmediyorsun?” cevabını alacağı iki yazım hakkında “tazminat davası” açtırdı. Kazandı. Ama alacağını normal yollarla değil, icra dairesini devreye sokarak tahsil etti. Yani, maaşıma haciz koydurdu. Kendince “aşağılama” yolunu seçti. Böylece, “meslektaşının maaşına haciz koyduran ilk ve tek gazeteci” etiketiyle tarihe geçti.
İkincisi şu:
Dilinden “demokrasi” ve “basın özgürlüğü” sözcüklerini düşürmeyen bu yazar, 28 Şubat’ın en “kıyıcı” figürlerinden biriydi ve darbeyi “memnuniyetle”, kendisi gibi düşünmeyenlere “ders olması” temennisiyle izledi.
O dönemde, “aynı anda” iki gazeteyi birden yönetiyordu...
İlkinde “sağcı”, “faşizan”, “devletçi” diyebileceğimiz görüşleri savunuyordu, ikincisinde “liberal” ve “solcu” takılıyordu.
Bu nasıl oluyordu?
Bir insan, “para” uğruna nasıl ahlak ve halet değiştirirdi?
Bunu bir türlü anlayamıyorduk.
Hâlâ anlamıyoruz!