Şimdi sırası mı?
Geçen gün arabayla, Haliç’ten Edirnekapı yönüne saparken yolun kıyısında gördüm onu. Yıl boyu nisanı bekleyerek, kendini ardına gizlediği aleladelik kisvesinden sıyrılıp tüm renk...
Geçen gün arabayla, Haliç’ten Edirnekapı yönüne saparken yolun kıyısında gördüm onu. Yıl boyu nisanı bekleyerek, kendini ardına gizlediği aleladelik kisvesinden sıyrılıp tüm renk cümbüşünü, bütün güzelliği ve cömertliğiyle bize sunan erguvanların bu yılki ilki beni hiç ummadığım anda yol kıyısında yakaladı ve tarifsiz keyiflere gark etti.
Aslında gafil avlanmamalıydım. Çünkü nisan benim için İstanbul’da erguvan zamanıdır.
Nisan gelip erguvan ağaçları, yaşamlarının biteviye alçakgönüllü zamanlarını, kısa bir süre sonra tekrar dönmek üzere bırakıp da baharın ecesi dönemlerine girdiler mi, benim içimi tarifsiz bir yaşam sevinci kaplar.
Belki de Sait Faik olmasaydı hiçbir zaman duymayı beceremeyeceğim “hişt!.. hişt!..” diye bana seslenenler, illa da erguvanlardır.
Hiç umulmadık bir zamanda ve yerde, her zaman önünden geçtiğim bir evin bahçesinde, Boğaziçi’nde sürekli karşıdan gördüğüm bir koruda, bir köşeyi döner dönmez, hemen oracıkta kaldırımın kıyısında karşılayıveriyorlar beni erguvanlar.
Nisan ayı gelince, ben onları fark etmemiş bile olsam, arkamdan sesleniyorlar.
- Hişt!...Hişt!.. Bana bak!... Bana...
***
Çağrılarını duyunca, dönüp bakıyorum, gülümseyerek muştuluyorlar:
- Yine ben geldim!..
Doğanın bir armağanı bu erguvanlar. Doğa onları kendiliğinden eskilerin “menafii umumiyeyi hadim” dedikleri türden, kamu yararına, sevabına yaratmış. Ev kimin, bahçe kimin, koru kimin olursa olsun, erguvanların sunduğu renk cümbüşü varsıl yoksul farkı gözetmeksizin, din, dil, ırk, meşrep ayrımı olmaksızın, hepimizindir.
Erguvan çiçeğinin rengini soracak olursanız, tanımlamak çok güç, hatta olanaksızdır.
O yüzdendir, bu çiçeğin rengini kendinden türeterek tanımlamışlardır: Erguvani. Zaten hangi renk sözcükle anlatılabilir ki? Yeşili yine yeşile başvurmadan, kırmızıyı yine kendisinin yardımı olmadan anlatamazsınız ki... Lafın kısası renkler, sözcüklerle tanımlanamaz, tanımlanabilen ancak tonlardır.
Her nisan geldiğinde tekrar tekrar şaşırarak, İstanbul’da ne kadar çok erguvan ağacı olduğunu yeniden fark ediyor ve her gün gerçek bir mucize karşısında olduğum duygusuna kapılıyorum.
Şimdi sorduğunuzu duyar gibi oluyorum:
- Mucize bunun neresinde?
Bir süredir, rantsal dönüşümle talanı ivme kazanmış olan İstanbul’da bunca tasalluta karşın, hâlâ erguvanların var olması gerçek bir mucize değildir de nedir?
Eğer, mucize diye doğal ötesi veya üstü bir şey umuyorsak, onu boşuna bekler ve bu arada bizatihi kendisi bir mucize olan doğayı görmeden geçer gideriz.
***
Her yıl, orada burada erguvan şehrayini başladığında, içimden onları yazmak, bu mucizeyi okurlarla paylaşmak dürtüsü gelir. “Bugün de erguvanların tetiklediği yaşam sevincini okurlarla paylaşayım” diye düşünürüm. Sonra da, “bunca sorun, bunca dert, bunca zulüm varken, sırası mı şimdi erguvanların, hem bir politik köşede ne işi var baharın” diyen içimden gelen bir ses beni engeller.
Ama bugün o sesi dinlemiyorum. Doğru, diyorum, bunca sorun ve zulüm altında rahatça bakamazsanız.