‘Vız gelirsiniz, vız’ demiştik değil mi?
Yeniden kara tutsak olmuş İstanbul’da, penceremin önünde masama kurulmuşum; bir yandan “Ne yazmalı” değil, “Hangisini yazmalı” sorusuna cevap arıyor, bir yandan, internette gazeteler arasında dolanıyor, bir yandan...
Yeniden kara tutsak olmuş İstanbul’da, penceremin önünde masama kurulmuşum; bir yandan “Ne yazmalı” değil, “Hangisini yazmalı” sorusuna cevap arıyor, bir yandan, internette gazeteler arasında dolanıyor, bir yandan da uçuşan kar taneleriyle oyalanıyorum.
Ve bir yandan da…
Bir yandan da karakışın kol gezdiği şu günlerde yedi iklim dört bucakta üşüyen, evsiz barksız, umarsız Türkleri ve Kürtleri ve bu topraklara sığınmış Suriyelileri ve umutsuz, korunaksız, çaresiz küçücük oğlanları ve küçücük kızları ve dört duvarı olmayan bir hapishaneye dönmüş ülkemin zindanlarında kat kat giyinse de ayazı kemiklerinde duyan tutukluları, hükümlüleri düşünmemeye çabalarken…
İmdadıma arkadaşımın yazısı yetişti.
Can Dündar’ın Silivri’den kargacık burgacık el yazısıyla yazıp kuşun kanadıyla bize ulaştırdığı yazısı…
Biliyorum, biliyorum, okudunuz. Günün en çok okunan yazısı olduğunu da biliyorum.
Ama dedim a, kararmış yüreğimi ışıtan, üşümeden üşüyen bedenimi ısıtan yazısı…
Gülümsedim.
Hapishanelerin sıra sıra dizildiği Silivri’nin 9 numaralı hapishanesinde camgöbeği kazağı, mor pantolonu ile Can Dündar’ı, turuncu kazağı, fıstıki yeşil pantolonuyla Erdem Gül’ü gözümün önüne getirdim. Gülümseme keyifli kahkahalara dönüştü…
Can Dündar arkadaşımın şiire kesmiş yazısındaki “bu millet isterse boyalarını meyveden, fırçalarını ibrişimden, isyanını hazirandan” yapar cümlesini (düzeltiyorum: dizesini) bir de ben seslendirdim.
İyi geldi. Çok iyi geldi.
Karakışın acımasızlığında üşüyen bütün tutukluların da, hükümlülerin de ve küçücük oğlanların da, küçücük kızların da bu dize ile ısındığını düşledim.
İyi geldi. Çok iyi geldi…