Tehlikeyi anlatırken…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Amerika ve Almanya seyahatlerinde üzerinde durduğu konulardan birisi FETÖ meselesiydi. Merkel ile yaptığı basın toplantısında bu konuyu şu açıklıkla ele aldı: “Binlerce...
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Amerika ve Almanya seyahatlerinde üzerinde durduğu konulardan birisi FETÖ meselesiydi. Merkel ile yaptığı basın toplantısında bu konuyu şu açıklıkla ele aldı: “Binlerce PKK mensubu Almanya’da. FETÖ terör örgütünün de yüzlerce mensubu buralarda bulunuyor. Aramızda suçluların iadesi anlaşması var. Yakalayıp teslim etmek ülkelerimizin huzuru, mutluluğu ve güvenliği için çok büyük önem arz ediyor”.
Batı ülkelerinde bu iki örgüte ilişkin algı değişimindeki zorluğun pek çok sebebi var. Bunların başında Türkiye’de Batı ile ilişki kuran kesimin onlara sempatisi geliyor. FETÖ hareketi yönetilebilir, yönlendirilebilir bir İslâm projesi olarak onların bakış açısını yansıtıyordu. Bir diğer önemli sebebin de FETÖ’nün sadece ve sadece 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle gündeme getirilmesi olduğunu düşünüyorum. Batı’da pek çok insan bu hareketi Tayyip Erdoğan ve AK Parti iktidarına karşı oluşmuş bir siyasi hareket olarak görüyor ve bu nedenle de destekliyor. Diğer taraftan o ülkelerde dinlenen Türkler ne yazık ki Türkiye’yi bir nefret ülkesi haline getirmeye baş koymuş kişilerden oluşuyor. Kendinden nefret eden Türkler, siyasi görüşü çeşitli olsa da hepsi o devletlerin nezdinde değer buluyor. Ne kadar çok kendinden (Türk ve Müslümanlardan) nefret edersen o kadar değerlisin. Meselâ dün Almanya basınında çıkan Seyran Ateş’in yazısı da böyle bir karakteri yansıtıyor: “Erdoğan’ın ve DİTİB/Diyanet’in Türk milliyetçiliği ile harmanlanan İslâm anlayışı, Avrupa Birliği’nin değerleri ve Alman anayasası ile bağdaşmıyor ve bunların ne Almanya’da ne de Avrupa’da yeri var.” Aynı zamanda kendisini laik ve liberal İslâm’ı savunan İbn-i Rüşd-Goethe Camii’nin kurucusu olarak tanıtan Seyran Ateş, DTİB camiinin açılışına da karşı tabii. Ona göre laik-seküler bir Müslümanlık için Türkiye ve Erdoğan’dan kurtulmak şart. Kısaca kilisesiz Hristiyanlık gibi Türkiye’siz Müslümanlık üzerine kendilerince çalışıp duran çok mihrak var. FETÖ’nün de Almanya’da ve diğer ülkelerde içine girdiği kalıp tam da bu!
Buna karşı bizim FETÖ meselesini, geçmişiyle, farklı isimlerle anlatmamız gerekiyor.
1998 yılı RP kapatılıyor, FG zirveye çıkıyor
Bu dönemi, Oral Çalışlar, “İslâmcılığın Üç Kolu” isimli kitabında şöyle anlatıyor: “1998 yılı RP macerasını bittiği, FG’nin zirvelere tırmandığı yıldı. Bir yerlerden düğmeye basılmış gibi gündemin başına oturmuştu. Medya eskisinden daha çok ona yer veriyordu. Nevval Sevindi’nin FG ile New York Sohbetleri bir yazı dizisi olarak Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanıyor, medyada en verimli çağını yaşıyordu. Hulusi Turgut’un okulları anlattığı yazı dizisinde cemaate övgüler yağıyor, yine o yazı dizisi de Yeni Yüzyıl’da yayınlanıyordu. Daha önce bu okulların kendisine ait olmadığını söyleyenler artık buna itiraz etmiyorlardı. Bu okullarda Atatürk büstünün bulunması (hangisinde yoktu acaba), İstiklâl Marşı’nın okunması (okunmayan okul var mıydı?) kimi yazarları çok etkiliyordu. ‘İşte çağdaş Müslümanlık bu’ yorumları yapıyorlardı. FG tam anlamıyla meşruiyet kazanmıştı. Tam bu sırada Papa ile görüşmesi övgüler alıyordu.”
Tüm bunlar olurken tam tersi görüşleri aktaran yazılar da yayınlanıyordu. İsmet Berkan’ın 17 Ocak 1998’de Radikal’de çıkan bir yazısı devletin bazı mihraklarının aynı fikirde olmadığını gösteriyordu. “BÇG, RP’nin ardından Cemaati özel biçimde izliyor” notuyla yer alan yazısı farklı bir görüşü temsil ediyordu: “Aydınlık’ta çıkan bir yazıda ‘FG imparatorluğu en az 8 ay içinde yer ile yeksan edilecek’ deniyordu. Ardından Orgeneral Kemal Yavuz bir TV programında, ‘FG hangi yetki ve sıfatla Papa ile buluştu? Türkiye Büyükelçisi nasıl bir gerekçeyle onu resmi protokolle karşılayıp ağırladı’ diye soruyordu. Kanal 6’da yayınlanan Ceviz Kabuğu programı da okulların gerçek yüzlerini deşifre eden açıklamalar yapıyordu. Cengiz Çandar gibi liberal yazarlar ise genelkurmayın onlara ilişkin tutumunu önemsizmiş gibi görüyor ve ‘sıkıysa gidin üstüne’ mealli bir yazı yazıyordu.”