Senin şarkın ne? Veya türkün?
Radyo varken hayatımızda görmediğimiz yüzleri hayal eder, bir kıbleye hürmet eder gibi tam karşımızdaki yüzlere dönmüş vaziyette, onları görerek yaşardık. Aynı mekânı...
Radyo varken hayatımızda görmediğimiz yüzleri hayal eder, bir kıbleye hürmet eder gibi tam karşımızdaki yüzlere dönmüş vaziyette, onları görerek yaşardık. Aynı mekânı paylaştıklarımızla rû be rû olabilme imkânımız vardı, ekransız günlerimizde… İşte radyolu bayramlarımızın en neşeli öznelerinden biri de klarnet ustası Mustafa Kandıralı idi. Sonraları yüzünü, ifadesini gördüğümüzde de sevdik onu. Çocukluğumuzda bayramlarımız neşeli geçtiyse, hepimiz bunu biraz ona borçluyuz. Haksız mıyım? Hüzzam taksiminde büyüklerin yüzü bulutlana dursun, nihavendiyle küçüklerimiz coşardı… Köçekçe ne güne duruyordu. Sonra bir de çiftetelliler… Hayat çok da üzülmeye gelmezdi…
1928 yılında Kocaeli’nin Kandıra ilçesinde doğar, eski bayramlarımıza eşlik eden usta. 10 yaşındayken çalmaya başlar klarneti. Kandıra’da berber Rahmi’den alır ilk derslerini… Henüz 15-16 yaşlarında İstanbul’a, cebinde az bir parayla iyi ki gelmiş. Zaten hemen hemen bütün ilginç çıkışlar cepte az bir parayla çıkıp gelme cesaretiyle olmamış mı? Bugün cebine, ne cebi, kartına para basılmış nice genç onu iki adım yere çıkıp saçlarından sürükleyecek bir hayali bulamıyor. Hayal mi katmak lazım sol cebe bilmem ki… Düşünün; 1960’larda plak doldurmuş, pek çok efsane ile aynı sahneyi paylaşmış, döneminin neredeyse bütün şarkıcılarına eşlik etmiş biri o.
Şimdi sahnesi başka… Pek ele geçmeyen bir sahnede yerini almış durumda!
Sahi şimdi biz milletçe neyi dinliyoruz bayramlarda? Zevk ü sefanın bin bir çeşidi içinde birkaç seçkin eserde milletçe birbirimizin yüzüne bakıp, duvarları geçen bir tebessümle tebessüm edebiliyor muyuz? Milli marşın ötesinde; hep beraber benimsediğimiz, gözlerimizden topladığı ışıltıları kendine gün ışığı yapan, duygularımıza bir orduya savaşı emreder gibi sevdayı emreden eserlerimiz var mı? Var da yok gibi mi?
Hepsini dizelim yeniden hayatımıza. Kulağımız essahtan şenlensin...
Bizim büyüklerimiz şarkıları dinlerken, aşkın ilahi, mecazi, çiçek böcek sevgisi veya hatta kertenkele ve hamam böceğinin hayat hakkı da dâhil her tür güzel duygular ve düşüncelerle dinlenmesi gerektiğini salık verirler, gözlerimizin önünde icra ettikleri tabii fasıllarla bunu bize iyice belletirlerdi. Biz eskiden şarkı söyleyecekken nerdeyse abdest alacak olurduk. Fasıl yapılacak gibiyse o akşam hele...
Musiki haram filan değil. Belki müzik sakıncalı… Her şeyin belli bir ölçüsü var sadece… Hem kanat takmak haram mı olurmuş. Uçmak haram mı olurmuş hiç. Musiki bizi yerden, ayakaltından kaldırır. Uçurur az. Kanat sesi şifadır; yürümekten, sürünmekten yorulan ayağa… Uçmak ne kadar olabileceğimiz. Konmak olabildiğimizdir.