Avrupa milliyetçiliği yeniden dünya gündeminde
Milliyetçiliğin babası, bilindiği gibi Fransız Devriminin milliyetçiliğidir. Sermaye sınıfının krallığa ve feodalizme karşı devrimci olduğu dönemin milliyetçiliğinden söz ediyoruz....
Milliyetçiliğin babası, bilindiği gibi Fransız Devriminin milliyetçiliğidir. Sermaye sınıfının krallığa ve feodalizme karşı devrimci olduğu dönemin milliyetçiliğinden söz ediyoruz. Milliyetçilik, öncelikle halkı millete dönüştürmek için, şatoların ve kilisenin duvarlarını yıkmaktı. Fransız Devrimi senyörün bağımlısı olmaktan kurtulmak isteyen köylülüğe ve halka önderlik ederek bunu başardı. İttihat Terakki ve Atatürk, aynı devrimi “Türkiye şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz” diye özetledi ve hayata geçirdi.
Milliyetçilik, devrimci çağında krallığa, sultanlığa, ağalığa, beyliğe, şeyhliğe, tarikatlara, etnik bölünmelere son veren harekettir. Milleti oluşturan vatandaş, padişahın kulu, beyin yanaşması ve şeyhin müridi değildir. Vatandaşlar, özgürdür, eşittir ve kardeştir. Milletin bireyi olmanın topluma kazandırdığı hukukun özü budur. Demokrasi de, Avrupa ve Kuzey Amerika’da Milliyetçi akımın önderliğindeki devimlerle geldi.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin 20. Yüzyılın eşiğinde emperyalist döneme girmesiyle Batı Avrupa Kuzey Amerika milliyetçiliğinin de karakteri değişti. Emperyalist burjuvazinin Milliyetçiliği, ezenlerin milliyetçiliği idi, ezilen dünyayı devletsiz bırakma ve azamî sömürünün milliyetçiliği idi. O Milliyetçilik, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya ve İtalya’da Hitler ve Mussolini’nin şefliğinde en aşırı, en ırkçı, en saldırgan dönemini yaşadı. Bu dönemde Nazi ve Faşist saldırganlığa karşı savaşan kapitalist ülkelerde, ilerici roller oynayan Milliyetçi direnişler görüldü. İngiltere’de Churchill’in, Fransa’da General De Gaulle’ün isimlerinin bugünlere kalmasının nedeni budur. Onlar, Nazi ve Faşist işgalcilere karşı mücadelede Sovyetler Birliği ile ve Bilimsel Sosyalist partilerle ittifaklar kurdular.
İkinci Dünya Savaşından sonra ABD emperyalizminin gelişmiş kapitalist ülkeleri de denetim altına almasından sonra, bu ülkelerin sermaye sınıfları içinde Washington yönetimine karşı direnme odaklarının oluştuğunu görüyoruz. Fransa, İngiltere, Almanya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin burjuvazileri evet emperyalistti. Ancak geçmişteki tahtlarından indirilmişlerdi ve ABD tekellerinin baskılarıyla karşı karşıya gelmişlerdi. En ünlüsü Fransa’da De Gaulle’dür. 1960’lı yılların başında, Fransız halkına ve dünya kamuoyuna NATO’nun karakterini açıkladı. NATO, ABD emperyalizminin müttefiklerini kontrol örgütüydü. De Gaulle, bu gerekçeyle Fransa’nın NATO’nun askerî kanadından ayrılmasına önderlik etti. Fransız Milliyetçiliği, bir yandan Cezayir’de kanlı bir sömürgecilik yaparken, bir yandan da ABD denetimine karşı koyuyordu.
Bize ışık tutan tecrübeleri özetledikten sonra gelelim bugüne. Avrupa’da ABD emperyalizmine karşı bir Milliyetçi akım yükseliyor ve iktidara ilerliyor. Bu hareket, İtalya’da Giorgia Meloni hanımın önderliğinde iktidara geldi. Fransa’da Marine Le Pen hanımın önderliğinde ve Almanya’da Alternatif Parti önderliğinde iktidar kapılarını zorluyor. Çok önemli bir özellikleri de, Rusya ve Çin dostu olmalarıdır. Asya ülkeleri ile iyi ilişkiler geliştirme eğilimindeler. Bu milliyetçi partilere ABD emperyalizmi “Ultra Milliyetçi” ve “Neofaşist” benzeri suçlamalar yöneltiyor. “Sol” adına siyaset yapan Sosyal Demokratlar ve bir kısım sözde sosyalistler ise, Sam Amca’nın gözbebeğidirler ve Asya karşıtı rollerde boy gösteriyorlar. İsrail’i ve PKK gibi bölücü örgüleri en hararetli destekleyenler de onlardır.
Dikkat edilirse Fransa ve Almanya’da, Macron gibi Neoliberaller ve Scholz gibi Sosyal Demokratlar, Rusya’ya karşı savaş tamtamları çalarken, Milliyetçi Muhafazakâr güçlerin Atlantik ötesinden belirlenen NATO görevine soğuk baktıkları görülüyor.