‘Hilmi Yavuz ve Lirik Defterler...’
1-Taksim’e çıkmaya başladığımdan beri, yeniden, haftanın üç günü; özlediğimi fark ettim Taksim’i. Sevgilinin yanında olup da, ona hasret çekmek var ya, bilmez gerçi onu sevgili! Bazen sevgili ilk...
1-Taksim’e çıkmaya başladığımdan beri, yeniden, haftanın üç günü; özlediğimi fark ettim Taksim’i. Sevgilinin yanında olup da, ona hasret çekmek var ya, bilmez gerçi onu sevgili! Bazen sevgili ilk gençliğin giysisine bürünür, çıkar karşısına insanın, garip hayaldir bu. Çaresiz kalır ya insan, düşünmek becerisi edinmiştir de, karşısındakine nasıl anlatacağını bilemez gördüklerini. Düşünce söze geçerken, ah Melih Cevdet’ten öğrendiydim, kendinden hiçbir şey aktarmaz söze. Şiir burada mı başlar? Ben ilkin şiire, şaire böyle mi mecbur kaldım; -buna mecburiyet mi denir?-
Herkes bir zaman “günce” tutmaya niyet eder, tarih yazılırken yarım günceden sayfaları birleştirmek gerek. Kişi; kendi üstüne bilgi edinmek isterse, dönüp bakacağı defterleri olmalı. İlk gençlik defterlerime dönmek zor geliyor, bazen sevinçle bakıyorum satırlarıma. O nasıl yabancılık öyle! İlk gençlik izlerini sürmek güçtür, ne tanıdık gelir sana şimdi, ne de tam uzağına düşer! 19 yaşında yayımlandıydı ilk şiirim. Şimdi o dergi, sayfaları solmuş, bir bir düşüyor önüme, hayalimde...
Bir şairi tanımak, kaç kişiyi ilgilendirir ki?
2-Yıllar sonra, önümde yük gibi biriken şiirleri toplayıp, utanarak kitaba koyduğumda, hiç bu kadar cesur saymamıştım kendimi. “Bize Sağanak Aşk Lâzım”ı elime aldığımda, o ilk tanış olduğum şairi düşündüm. Gümüşsuyu’nda, yağmurlu İstanbul gününde, iki genç adam, uzun yoldan gelip Taksim’e, tuhaf heyecanla çaldıydık kapısını. “Zaman Şiirleri” ezberimdeydi. Hilmi Yavuz aralıktan bakıp, el etti, kitaplar arasında odada, sarhoş olmuş biçimde konuşmaya koyulduyduk. O ilk gençlikti işte, aradan neler aktı, geçti. “Zaman ben’dim. Ben şiiri bir ilkyaz gününden öğrendim” sanki benim dizelerimdi.
Taksim’de, özlerken Taksim’i kapıdan girdi şair. Kaç zaman sonra, ardı ardına rastlaşır olduk yeniden. Şairle kavgaya girer mi insan, o dizeler kimindir, şairin mi, yoksa benim mi? Şöyle yazmış olmalıyım günceye:
“Eğer şair/yazar kendine ihanet etmişse, ben neden ısrarla izini süreyim?”
Güç günlerden geçerken, elimizde ne kaldı ki? Gürültülü konuştuk, Türk kahvesi söyledi, ben çay içtim. “Okudun mu ‘Lirik Defterler’i” diye sordu.
3-“Elli Yaşa Buruk Günce”nin üçüncü yaşındayım. Elliye gelince sonlandıracağım. Sahi günce ne? Ayıklama işidir, neyi yazacağını, göreceğini bilme işidir. Üstat Salâh Birsel’in tezgâhından geçtik hepimiz. Okumanın lezzeti başkadır onu. Gürültülü bir adam hep bağırıyor, korkuyla, öfkeyle, tehditle. Bir halk bu gürültüden yorgun! Okumaya koyuldum “Lirik Defterler”i, hızla affettim içimde yeniden, tekrar Hilmi Yavuz’u. Şiirinin hatırı var bence, günceme sinen dizelerin anısı... “ilkgençlik arıları. Fatih’te, Kıztaşı’nda, Taş’ın tam karşısındaki Çiner Apt. 1.katın camında tan kızıllığı!
Hilmi Yavuz lise bitirme (ya da ‘olgunluk’) sınavına çalışmaktadır ve tam kızıllığının ayırdına varır, bir şiir anımsıyordur:
Şehir son uykularında
Ben ki hâlâ uykusuzum
Ey uzak yıldızlar
Ey petekleri içimdeki arı
Bilseniz
Her nasipten
Ve uzanan dudaktan
Mahrum yaşadığımı
Muzaffer Tayyip Uslu
İlkgençlik, ‘petekleri (onun) içinde’ olan arı’lardır. Daha oğul vermemişlerdir onlar. Bal, sonra, çok sonra, arılar ilkgençlik kovanını bırakıp gittiklerinde, evet, işte o zaman, ballar balı’na dönüşecektir...
Şiir, hüzünlü duruyordur; ama arıların, gelecekte hüznü bal eyleyeceklerini duyumsatan bir petek vardır; -dâimâ...”
4-Teyzem oturuyordu Kıztaşı’nda, hafta sonu anneannemi alır, kalmaya giderdik ona. Ben kıvırcık saçlı, bir deri bir kemik çocuk, anneannemin bastonu ikimize pusula olurdu. Beş katı ağır ağır, “Ya Hıdır” diyerek tırmanırdık. Buz tutmuş sokaklardan geçer gelirdik, acaba pencereden içeri sızan yağmuru kimse işitti miydi benden başka? Yağmur dinlenir. Herkesin uzun uykusunda, tuhaf büyürdü annemin özlemi. Soğuk yatılı okul duvarları, neden hep renksizdir bilinmez. “Lirik Defterler” bu kez hafiften aralık kalmış kapağından fısıldar bana;
“kalbim, annemin sesiyle işlendi. Orhangazi’de o kocamış çınar ağacı, sanki odamın içindeyken, bana öyle gelirdi, gecedir, annem usulca, ipeksi hışırtılarla yaklaşır, belli belirsiz, ama dünyanın en güzel sesiyle, bana öyle gelirdi, ‘kalbinin üstüne yatma!’ derdi.
Yüzüm çınarın uğultusuna dönük, sol yanıma uzanmışken, kalbimin üzerine mi yatardım? Ama o değil, o tümceydi annemin çiçek işlemeli sesiyle bana kalbimi bildiren...
Kalbimi, orada, annemin sesinde keşfettim; -daha sonra, bir şiirimde söylemiştim, sevdalara sığmayan kalbim’i...
Annem, Arapça söylerdi o tümceyi: L’êt nevm alê... diye başlardı ve ‘kalb’ (elb) sonra gelirdi.
Kalbim, o seslerdi, annemim sesiyle işlenmiştir.”